Mustafa Usalan

Mustafa Usalan

7 MAYIS 1999

Konuk:

Mustafa USALAN

MELTEM ÖZORAL- Bugünkü konuğumuz Teftiş Kurulu eski Başkanı Sayın Mustafa Usalan. Konuğumuza da “hoş geldiniz” diyorum; fakat, daha önce, biz, hep birlikte hocamıza bir sürpriz hazırladık, hocamız, geçen Salı günü “Profesör” unvanını aldı, onu hep birlikte alkışlamanızı istiyorum. (Ayakta alkışlar)

Sizler de ortak oldunuz, teşekkürler. Ben, öncelikle Sayın Mustafa Usalan’la başlamak istiyorum. Kendinizi tanıttıktan sonra, konuşmanın seyrini size bırakıyorum.

Buyurun.

MUSTAFA USALAN- Teşekkür ediyorum.

Böylesine düzeyli, böylesine nezih bir toplulukta, söyleşi yapmak olanağını bana tanıyan arkadaşınıza, kuruluşuna ve bizi dinlemek nezaketine katlanan tümünüze teşekkür ediyorum.

Sayın hocamız Fişek’in, bugünkü sürprizi de, bizi, fazlasıyla memnun etti; kendilerini yeniden kutluyorum.

Hocalar, eli öpülesidir, belki de kölelik müessesine karşıyız; ama “bana bir harf öğretenin, 40 yıl kölesi olurum” mistik özdeyişindeki, abartı da olsa, çok hoşuma gittiği için, ben, onu kullanıyorum. Bize, bir kelime, bir harf değil, binlerce bilgiyi sunan hocalarımıza, burada, kendi adıma ve sizin adınıza saygı sunuyorum ve genç arkadaşlarım, sizin gözlerinizdeki bu öğrenme iştiyakına, bir nebze katkıda bulunabileceksem, kendimi, 40 yıla varmış kamu kuruluşundaki hizmetlerimin, emeğimin, karşılığını almış sayacağım.

Ben Mustafa Usalan -hanımlara yaşı sorulmaz; ama, bana da maaşımı sormazsanız- 1938 yılında, Nevşehir’de dünyaya geldim. İlk, orta, lise öğrenimimi, burada, bu ilde tamamladım. 1957 yılında size komşu geldim; İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi o zaman Hukuk Fakültesinin binasında öğrenim yaptırırdı. Ben de, o nedenle, size, buraya, komşu geldim. 1961 yılında, öğrenimimi tamamladım. O arada, Emekli Sandığında memur olarak göreve başladım; bir yandan maişetimi temin ederken, bir yandan da yüksekokulumu bitirmek için gayret sarf ediyordum; Allah şükür ki, her ikisinde de zaman, süre kaybına uğramadım.

1961 yılında, üniversiteyi bitirdikten sonra, yedek subaya gittim, askeri görevimi, muvazzaf olarak yerine getirdikten sonra, dönüşümde, Sosyal Sigortalar Kurumunun sınavına katıldım, müfettiş adayı olarak -bakın, buna dikkatiniz çekeceğim, biraz sonra buna döneceğim- muavini olarak değil, SSK’da göreve başladım -1968 yılındaki bir sınav sonucuydu- 1969 yılında, Sigorta Müfettişi oldum. Uzun müfettişlik hizmetlerimden sonra, 1994 yılındaki Sigorta Müfettişlerinin, Teftiş Kurulunun kurulmasında görev aldım ve burada, 1 yılı Başkanvekilliği, 2 yılı da asil olmak üzere Sigorta Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptım, 1997 yılında da, emekli oldum. Şimdi, size, bir Emekli Sigorta Teftiş Kurulu Başkanı olarak hitap ediyorum; ama, onun ötesinde, benim, esas 1985 yılında, 1984’te başlayan ve 85 yılında sona eren, bir de Sigorta Müfettişleri Dernek Başkanlığım vardır; genç arkadaşımla halef selefiz.

Genç arkadaşlarım; Türkiye’nin gündemini uzun bir süredir seçim oluşturdu, seçim süreci uzun sürdü. Bugün ise, Türkiye’de, hükümet kurulma çalışma çalışmaları gündemdedir. Burada, işin siyasal yönü beni ilgilendirmiyor, aslında, tereciye tere de satmak istemiyorum, Siyasal Bilgiler öğrencilerine, siyaset konulu bir söyleşi yapacak değilim; ancak, burada, bu hükümet kurulur kurulmaz, Türkiye’nin gündemine uzun süre oturacak bir sorundan söz etmek istiyorum; sosyal güvenlik reformu, söylenegeldi, bundan sonra daha da kuvvetli bir biçimde söylenecektir.

Sosyal Sigortalar Kurumu, sosyal güvenlik reformunun en ağırlıklı bölümünü oluşturan bir kuruluştur; eğer, zamanımız yetecekse, ben, bir geniş platformda, ana çizgileriyle, bu sorunun boyutlarını ortaya koyduktan sonra, genç arkadaşıma yönelteceğiniz sorularla, işin ayrıntılarına da ineceğiz. Kabaca şöyle diyelim ki; 4792 Sayılı Yasayla kurulan Sosyal Sigortalar Kurumu, kurulduğundan bugüne dek, kamuoyunun, basının, medyanın, hep ilgi odağı olmaya devam etmiş; ancak, son yıllarda, öylesine ki, Sosyal Sigortalar Kurumu bir kara delik, ülkenin ekonomik çıkmazında büyük bir etken, bu olmazsa; eğer, bu sorun halledilmezse, IMF’in bir anlaşma, sözleşme imzalamayacağı ve dolayısıyla, Türkiye’nin düzlüğe çıkamayacağı imajı, mesajı verilmiştir. Öyleyse, Sosyal Sigortalar Kurumu nedir?

Biraz evvel söylediğim gibi, 4792 Sayılı Yasayla, 1946 yılında, Sosyal Sigortalar Kurumu kurulmuş; Sosyal Sigortalar Kurumunun, kurulmasına dayanak, Anayasamızdır; Anayasamız da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı -tabii daha önceleri bunun sadece Çalışma Bakanlığıdır- vatandaşlarımıza, sosyal güvenlik sağlamakla ödevli kılınmıştır, Anayasanın 60. Maddesi böyle söylüyor. Bu bakanlığımızda, bu işlevini yerine getirebilmek için, bazı kurumlar kurmuştur.Bunlardan bir tanesi de Sosyal Sigortalar Kurumudur. Ayrıntıları bir tarafa bırakacağım, kronolojiyi belki zaman zaman terk edeceğim; ama, bir olay var ki Sosyal Sigortalar Kurumu, ne hafife alınacak, ne de öyle sorunları bütün ülkemizin ilgilendiği kadar büyük sorunlar filan olmadığını anlatacağız.

Sosyal Sigortalar Kurumunun, 1946 yılında kurulduğunu söyledim; ama, dünya standardında, hep 200 yıl batıdan geri kaldığımız söyleniyor; nedir o? Matbaa, bize 200 yıl geç kaldığı için, işte şu reformda, bu reformda, o kadar geç kaldık, Türkiye’nin kalkınması o kadar geride bırakılmıştır denilir; ancak, sosyal güvenlik konusunda, Avrupa’dan, Batıdan, hiç de bu kadar geride değiliz. Batıda, sosyal güvenlik kavramı, ancak, 19. Yüzyılın sonlarına, 20. Yüzyılın başlarına doğru konuşulur olmuş ve sosyal güvenlik anlamında da, bu manada çok büyük bir atılım yok. Birkaç sosyal yardım paketinden ibaret, batıda örnekler görülmüş, ta ki 1911 yılına gelindiğinde, ilk defa İngiltere’de, primli sisteme geçilmek suretiyle, işsizlik sigortası kurulmuş, işte bugünkü anlamıyla sosyal sigortaların, Avrupa’da görüldüğü tarih, 1911’dir. Türkiye’de ise, 1926-1923-1928 yıllarında, başta kamu görevi yapan memurlara hak sağlamak üzere kurulan memurun sandıklarıyla, “Askeri Fabrikalar Tekaüt ve Muavenat Sandığı” dediğimiz, askeri fabrikalarda çalışan işçilere hak sağlayan müesseseler kurulmuş.

MELTEM ÖZORAL- Pardon, Mustafa bey, sözünüzü keseceğim; ama, daha çok sizin, kurumda nelerle mücadele ettiğiniz, siyasi olarak ne gibi zorluklar çektiğiniz, onlar, herhalde bizim açımızdan daha iyi olacak; çünkü, genel olarak mevzuat değil de, biz, özellikle sizin başınızdan geçenleri daha çok merak ediyoruz.

MUSTAFA USALAN- İşin teknolojisi yerine, biraz sohbetin, edebiyatın tadına varmak istiyorsunuz herhalde; tabii oraya geleceğiz.

Efendim, SSK, 1946’da kurulmak suretiyle, Avrupa’yla arasındaki bir çeyrek yüzyıla yakın mesafeyi kapatmış diyelim, kuruluşunda Batı örnek alınmış -birçok müessesemizde olduğu gibi- ve Sosyal’ Sigortalar Kurumu, bir genel müdürlük ve taşra teşkilatıyla oluşturulmuştur. Taşra teşkilatında, birtakım işlerini yapabilmek üzere acentelikler ihdas edilmiştir. Bu acenteliklerin, birtakım işlerini de yaptırmak üzere “Acente Müfettişliği” diye, pek de muğlâk bir ifadeyle, bir kuruluş kurulmuş, sene 1947. 1950 yılına gelindiğinde, sosyal sigortaların bugünkü kollarının hepsi, işlevini yerine getirecek şekilde tamamlanmıştır; yani o nedir? İş kazaları, meslek hastalıkları, analık, ihtiyarlık, maluliyet sigortalarının tümü kurulmuş. Bu kuruluşların, genei müdürlük adına taşrada hizmetlerini verecek ya da yetkilerini kullanacak şubemüdürlükleri kurulmuştur. Dolayısıyla, Acente Müfettişleri, bu kez de Şube Müfettişleri olmuştur. Şube Müfettişleri, 1954 yılına kadar, her hangi bir statüsü olmaksızın istihdam edilmiş; ancak, 1954 yılında, bir genelgeyle -sadece genelge diyorum, bu, genel müdürün imzasıyla çıkan bir buyruktur biliyorsunuz- statüleri belirlenmeye çalışmış.

Bu Sigorta Müfettişlerine, aslında çok büyük ve önemli yetkiler kullandırılmak üzere değil de, o zaman, işte “dosyayı nasıl kapatırız? Bir işyeri açık mı, kapalı mı, nasıl gözlemleriz” bu ve buna benzer işlemleri yaptırmak üzere kurmuşlar. Hatta, ben, arkadaşımıza, bir söyleşimizde söylemiştim, bir taşra ünitesi müfettişlerin imzaya tabi olup olmadığını sormuş, genel müdürlük de o zaman demiş ki “bunlar, memur müsüllüdür, memur nasıl imzaya tabi ise, onlarda öyle imza atmalıdır” memurlar sabah giriş, öğlen çıkış, öğlen çıkış, akşam çıkış gibi dört tane imza atarken, müfettiş dedikleri adamlara da, böyle imza koymuşlar. Kuruluşunda, önemine uygun bir yer alamayan Sigorta Müfettişleri, 1960 yılından sonra, bir mücadele başlatmak üzere yola çıkmışlar, işte, ben, arkadaşımızla, o tarihten sonrasını, bir ölçüde görüştüm, konuştum.

1968 yılında -anımsarsanız- özgürlüklerin birdenbire çoğaldığı bir Türkiye vardı. O Türkiye’de, memurlarda sendika kurabiliyorlardı, o sendikalardan bir tanesi de Sigorta Müfettişler Sendikasıydı. O bahar çabuk geçti, yazı hiç göremedik, sonbaharın kasvetli bulutları, o sendikaların başında dolaşırken, birdenbire kış aylarının gümbürtülü doluları, bizim de başımıza yağdı ve o sendikamız kapatıldı. 1970 olayını bilmeyen, siyasallığı olmaz herhalde; 1970 olaylarından sonra, lütfedildi, kapatılan sendikaların yerine derneklerin kurulabileceği müsaadesi verildi, biz de o arada, Sigorta Müfettişleri Sendikasının yerine, Sigorta Müfettişleri Derneğini kurduk. O dernek, o günden bugüne, Sigorta Müfettişlerinin, hiçbir zaman ulaşamayacakları, görüşemeyecekleri, makam ve mertebelere, arkadaşlarımızın sorunlarını taşıdılar ve biz, bir zamanlar; eğer, eskimişse, Türkiye Büyük Millet Meclisinin mermer merdivenleri, bizim pabucumuzdaki köselenin, orada katkısı çoktur. Hep meclislere taşınmışındır, o yıllarda, anımsarsanız, müfettişlerin harcırahları, bütçe kanunlarıyla, her sene düzenlenirdi; ne yazık ki Sigorta Müfettişleri bir uğraş vermezlerse, o harcırahlardan yeterince pay alamazlardı.

Onun için, biz, Parlamentoya giderdik, Parlamentoda grubu olan bütün partileriyle görüşürdük, o arada da, sesimizi, biraz daha geniş kesimlere yansıtalım diye, bir dergi çıkardık. Basın hayatının ne kadar zor olduğunu, biz, o zaman yaşadık.Bugün medyanın etkinliği diyoruz, medya, dördüncü kuvvet mi, birinci kuvvet mi, tartışılıyor; bana göre de, bugün birinci kuvvettir, doğru; ama, biz, o zaman, 14. kuvvet olduğu zaman bu dergiyi çıkardık, adına da, Sigorta Müfettişleri amblemi olsun diye “SİM-DER” dedik. Bunu, nasıl kibrit kutularının üzerinde Stalin arayan zihniyet, dağlarda, Kari Marks’ın portresini gören zihniyet, nasıl gördüyse, tersinden okudu “DERSİM” dedi ve bu derneğimizin yayım organı, çıkma şansını, o günden sonra yitirdi.

Buraya tekrar döneceğimde, şimdi, genç arkadaşım Recep Yeni bey “Sosyal Güvenlik Dünyası” adı altında çıkarttığımız bir dergiden, birkaç tane örnek getirdi; o gün kapatılan partiler, 3 kez kuruldu, o gün kapatılan dernekler, başka isimler altında belki 5 kez çıktı; ama, biz, kendimizi yeniden toparlayıp, bu dergiyi çıkartana kadar, maalesef o kadar şanslı olmadık. İkinci dergimiz çıkarmış durumdayız, bunun birinci, ikinci ve üçüncü sayısını, ancak yayımlayabildik -bunu da, size, arkadaşım Bilal Örnek sunacaklar- ve şu görüşmelerimizi, konuşmalarımız dahi, bu dergimizde, bir köşemizde; eğer, bize olanak tanırsanız, biz bunu yayımlayacağız.

Arkadaşlar, Sigorta Müfettişi olmanın çilesini, 1968 yılından, 1997’nin sonuna kadar çekmiş bir arkadaşınız olarak, diyorum ki; mücadele verilmiş ve bu mücadele bir yerde başarıya olaşmışsa, bütün yorgunluklarımız tükeniyor. Asıl yorgunluk başaramamaktır; başardığınız zaman, her şey tükeniyor. Biz, 1993 yılında; ama, basın yoluyla; ama, parlamenter çalışmalarımızla; ama, başka yollarla olsun, Sigorta Müfettişlerinin, taşra örgütlerini de, sadece o taşra örgütünün başının kafa yapısına göre denetim yapmasının sakıncalarını, usanmadan, yılmadan, bıkmadan, anlatmaya çalıştık; Başbakanından, belki Cumhurbaşkanına ulaşamadık; ama, bütün bakanlarına kadar, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlarına kadar, bunları anlattık. Sonuçta, 1993 yılında, bizim bu taleplerimizi dikkate alan Parlamento, bir yasa çıkardı; 3917 Sayılı Yasayla, SSK’nın Kuruluş Yasası olduğunu söylediğim 4792 Sayılı Yasanın 6. Maddesine, bir fıkra eklendi ve bu fıkra gereği, Sosyal Sigortalar Kurumunun, teftiş düzeni, yeniden düzenlendi, taşra kadroları iptal edildi, merkezde bir Teftiş Kurulu Başkanlığı kuruldu ve müfettişlerin kadrosu bu bünyeye alındı, ondan sonra Sosyal Sigortalar Kurumunda olaylar oldu, devrim yapıldı. O güne dek, Sigorta Müfettişlerinin raporlarını, kimi zaman “canım isterse uyarım, canım istemezse uymam” diyen idari bilimler “efendim, Sigorta Müfettişinin, burada direkt talimatı var, ben başka şey yapamam” demeye getirdiler. Burada gördük ki, müfettişler aynı müfettişti, yeni kan tazeleyememiştik; ama, buna rağmen, idaribirimin nereye olduğuna bakarak hüküm veren mevzuat, demek ki zamanında çok yanılmıştır.

Ben, sevgili arkadaşımıza anlattım; Mine Mağazalarında, yılda 4 kez olmak üzere denetim yapılırken ve bu 4 yıl üst üste tekrarlanırken, bitişiğindeki bilmem ne mağazasında, hiç denetim yapılmıyorsa, orada, Sigorta Müfettişinin kusuru yoktu; yani, neyin kusuru vardı? Mine Mağazasında, yapmış oldukları alışverişe, indirim göremeyen idarecinin, Mine Mağazasını baskı altına alması vardı. Yani, arkadaşlar şunu söylemek istiyorum, idareyle denetimin iç içe olması, çok mahzurlar doğuruyordu, denetim idarenin dışında olmalıydı. Elbette ki denetim başsız olamaz; ama, nereye bağlı olmalıydı? Denetim, kendisinin seksiyon amiri olarak başta kim varsa, ona bağlı olmalıydı, daha doğru bir ifadeyle, Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürüne bağlı olmalıydı. Neticede, biz bunu yaptık, Sosyal Sigortalar Kurumunun Genel Müdürüne, doğrudan bağlandıktan sonra ve Teftiş Kurulu organizasyonu da yaptıktan sonra, ilk etapta 81 tane Sigorta Müfettiş adayını, ÖSYM’nin süzgecinden geçirerek -alınmak gücenmek olmasın- ama, o arkadaşlarımız, herhalde sizin içinizde de temayüz etmiş insanlardı veyahut ağabeylerinizdi, ablalarınızdı, onunla yetinmedik, Teftiş Kurulunun bir mülakatıyla, bir elemeye daha tabi tuttuk; 2 500 dolayında müracaat vardı, bundan 81 tanesini aldık. Bu arkadaşlarımızı çağdaş bir eğitimden geçirelim, hatta çağdaş eğitimin de üstüne çıkalım diye bir gayretin peşine düştük ve 3 yıllık eğitime tabi tuttuk. Bu 3 yıllık eğitimin 6 ayı, hiçbir Teftiş Kurulunda görülmeyen bir eğitimdi, buna “temel eğitim” dedik. Bizim, bu arkadaşların bilgisinden asla endişemiz yoktu; çünkü, biraz evvel söylediğim gibi, onlar hep seçilmişti, sınıfında seçilmişti, üniversite sınavlarından seçilmişti, Teftiş Kurulunun mülakatından seçilmişti, öyleyse onların bilgilerine, bizim ilave edeceğimiz bir şey yoktu. Biz, onlara, Sigorta Müfettişliği kanını aşılamak için 6 ay eğitim verdik ve çeliğe öylesine suyunu çok vermişiz ki, şimdi, ben, tenkitler alıyorum, diyorlar ki “Sayın Başkan, siz bu arkadaşları öyle yetiştirmişsiniz ki, geldiler taşrada, onların bize hükmetmesine aldırmıyoruz; ama, SSK’nın sahibi, asliyesi, onlarmış gibi davranıyorlar” Evet, SSK’nın sahibi, asliyesi onlardır, onlar olacaktır.

Bakın, size bir anımı anlatacağım; sene 1970, Bandırma’da denetimdeyim, Bandırma’nı bir tek oteli var, Özdil Oteli, o otelin karşısında bir inşaat şirketi, o inşaat şirketine denetim yapacağımı daha önceden duyurdum; keşke duyurmaz olsaydım, eski geleneklere uygun olarak duyurdum, onlar da minareyi çalmışlar, kılıfını da hazırlamışlar -benim denetimim, orada, şekli olmaktan öteye gitmiyor; ama, buna daçok canım yanıyor, içim sızlıyor. Müfettişlerin belki de büyük bir çoğunluğu, acaoa neresinde ne bulurumda, üç kuruşluk bir ceza yazarım gibi, böyle bir duygusal yanları da var- ben de kandırılmış olmak gibi, öylesine bir ezikliğin içerisindeyim, gidiyorum, geliyorum, bir şey de bulamıyorum. Kayıtlarını incelemeye aldım, adam diyor ki “beyefendi ne alırdınız?” “hiçbir şey almam, ben sigara içiyorum ve paketim yanımda” diyorum, -o kötü alışkanlığımı da size tavsiye etmem- “efendim çay, kahve” diyor, “yok bana yasak” diyorum, “efendim öğlen vakti geldi, bir yemek yesek” diyor, “hayır, benim midemde ülser var, yemek de yemiyorum” diyorum. Adam bir gün patladı, denetimimizde üçüncü gündü dedi ki ’’kardeşim sen nerelisin?” “ben Nevşehirliyim” dedim “Orta Anadolu’nun has insanı, bir gün çıkagelsem, kapını çalsam, ben tanrı misafiriyim desem, evinde yoksa bile aşağıda varsa, bir kuzunu keser yedirirsin. Be hey insafsız adam, niçin bir çay içmiyorsun; kendine mi güvenemiyorsun, yoksa bu Anadolu’nun güzel geleneklerini mi unuttun?” dedi, çok mahcup oldum, utandım; ama, yinede o inşaat şirketine 5 kuruş ceza yazamadım. Ben, arkadaşlarıma, eğitimde hep dedim ki “çocuklar, alışılmışın dışındaki ikramlar, rüşvetin bayramlık elbisesidir, rüşvet öyle sunulur. Siz, rüşvet yememek için, aman ha dikkatli olun; ama, benim gibi de bir çayı, bir kahveyi reddedip, gülünç duruma düşmeyin” dedim. Ben, o günkü utancımı, 1970’den beri hâlâ taşıyorum.

Arkadaşlar, dürüstlüğün erdem olduğu, dürüstlüğün insanlara seçim kazandırdığı bir platformda, bunu şunun için söylüyorum, dürüstlük yememek değil, aynı zamanda yedirmemektir. Ben, müfettiş arkadaşlarıma bunları söylerken, hep bu geçmişteki anıma dayattım. Siz, anı istediğiniz için bunu söyledim; ama, ben, anılardan çok bir başka şeyi vurgulamak istiyorum; Sosyal Sigortalar Kurumu bugün çöküyor arkadaşlar, düne kadar, bize, işverenler ya da sigortalılar böyle bir tehlikenin varolup olmadığını sordukları zaman “kesinlikle böyle bir şey yok” diyorduk; ama, biz o kurumun üst yönetiminde görev aldıktan sonra gördük ki; eğer, önlemler kısa sürede ve hızla alınmazsa, bu kurum çökmeye mahkumdur.

Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar, Sosyal Sigortalar Kurumuna prim ödememek için çareler çok, prim alabilmek için yollar tıkalı. Vatandaş, 15 senelik, 20 senelik fabrikatör, hep işveren sıfatlı, Allah vermesin büyük bir ameliyatı gerektiren bir derde çare olmuş, diyelim kalp nakli olacak, ilik nakli olacak, belki Türkiye’de değil de yurtdışında olacak, 15 senelik fabrikatör arkadaşımız, bir günde sigortalı oluyor, mevzuat hazretleri buna müsaade ediyor ve bunun bütün masraflarını SSK karşılıyor. Buna, ne yazık ki devlet büyüğü dediğimiz, hükümet erkanı dediğimiz, o koca kocainsanlarda aracılık ediyorlar. Ben, Teftiş Kurulu Başkanıyken, birçok bakan, benden bunu istemiştir; isim verirsem belki hukuki sıkıntılara düşerim diye açıklamıyorum; ama, arkadaşlarımı buna tanıktır. İşveren sıfatlı, 15-20 senedir işveren sıfatlı adam, 1 gün sigortalı gösterilmek suretiyle -o da muhasebecinin bir belge düzenlemesine bağlı biliyorsunuz- SSK’dan, bu kadar menfaat sağlayabiliyor. Onun ötesinde, Sosyal Sigortalar Kurumu, nimet-külfet dengesini bir türlü kuramamıştır; asgari ücretten prim alıyorsunuz, 1 kişi için prim alıyorsunuz, o kişinin bakmakla yükümlü olduğu ailesi, annesi, babası vesaire bir aileye bakmak zorunda kalıyorsunuz. Sigortalı ölüyor yetmiyor, geride kalanlarına bakıyorsunuz ve netice itibarıyla şunu söyleyeyim: 1975 yılında, Sosyal Sigortalar Kurumunun aktüer hesaplarına göre, 5/6 aktif sigortalı, 1 pasif sigortalıya bakarken, bugün -1997-98 rakamlarını veriyorum, 99 rakamı elimde yok- 2 değil, 1/8 sigortalının primiyle, 1 emekli sigortalıya bakmak zorunda kalıyoruz.

Biraz evvel söylediğim gibi, 1 emekli sigortalı değil, ailesi var, çocukları var, annesi ve babası var. Öyleyse, bu sistem nasıl ayakta kalacak? Bu sistemin ayakta kalabilmesi için, kesinlikle devlet katkısına ihtiyaç var, bu böyle biline. Diğer tekliflerin, diğer önerilerin hepsi safsata “kaçak sigortalılığı önlersek, SSK’yı kurtarırız. SSK’nın birikimlerini, ekonomik anlamda iyi değerlendirirsek, iyi yatırım yaparsak, plasmanını faydalı şekilde yönetirsek, SSK kurtulur” hayır arkadaşlar, böyle bir şey yok; Sosyal Sigortalar Kurumu, adı üzerinde, sigortacılık, ferdin gelecekteki alabileceği riske karşılık birtakım önlemler alabilmek üzere alınmış tedbirlerin malzemesidir; ama, bireyin, yalnız başına sorunlarını halletmesi, toplumda mümkün değil; o nedenle, adına sosyal sigortalar dediğimiz, toplumsal bir sigortacılığı benimsemişiz. Risk, belki bireye azdır; ama, onun katlanacağı külfet daha çok olmalı; yani, burada şunu söylemek istiyorum; eğer, Türkiye’de, adil bir vergi reformu yapılamamışsa -yapılana adil demiyorum, ama, birtakım orasından burasından delindiğini biliyorsunuz- sermayenin büyük bir bölümünün, başlangıçtaki bütün iyi niyetlerine rağmen, gelirinin, vergiye tabi tutulamadığını biliyorsunuz. Eğer, iyi bir vergi adaletini sağlayamamışsanız, refahın tabana yayılmasını becerememişseniz ve sosyal sigortalar adına devlet katkısını sağlayıp, onu, onun bir aracı yapamamışsanız, bunun için ne yaparsanız yapın, ne SSK’yı bu sistem içinden çıkarıp kurtarabilirsiniz, ne Türkiye’yi kurtarabilirsiniz.

Ben, kıymetli vakitlerinizi daha almamak için, sorularınıza yanıt vermeyi bir zaman dilimine sığdırmak için, bu arada genç arkadaşıma, ayrıntılar hakkında size bilgi vermek fırsatını yakalaması için fırsat veriyorum.

DİLER TEFİK- Cinsiyet ayrımı yapıyor musunuz?

MUSTAFA USALAN- Evet, biz cinsiyet ayrımı yapıyoruz. Bizim bayan müfettişlerimiz azınlıkta, bayan müfettişlerimize biraz daha toleranslı davranıyoruz. Almak istediğiniz yanıt bu muydu?

Arkadaşlar, tabii ki Sigorta Müfettişlerinin, diğer müfettişliklere oranla farklı bir yapısı ve farklı bir görev alanı vardır. Bir idari hiyerarşide denetim yapan Et Balık Kurumunun Müfettişliğine benzemiyor, bir TRT Genel Müdürlüğünün Müfettişliğine de benzemiyor. Geniş bir alanımız var, bu alan, Türkiye’deki işyeri tanımına giren her yere girip çıkmak gibi bir işlevi de beraberinde getiriyor. Bir kuaförde yapabileceğimiz bir denetimi, herhalde bayan arkadaşlarımız; eğer, sayısal yeterliliğe ulaşmışsak, erkek arkadaşlarından, bayan arkadaşlar, daha rahat yaparlar diye düşünüyoruz. Belki o kadar kalmadı; ama, kadınlar hamamları vardı, biz, bir tarihlerde, orayagirmeye filan pek utanıyorduk. Ben, o hamamın içine girsem, herhalde o kadarterlemem. Hamamcıyı çağırıp da, orada yaptığı mülakatları düşünüyorum, bayağı da terliyorum, o nedenle, bizim kadromuzda, hem işyerlerinin daha sağlıklı denetimini yapacak bayan arkadaşlara gereksinimiz olduğu gibi, bayanların katıldığı toplumda, medeniyetin daha yüksek orana ulaştığı çağdaş, çok medeni bir kuruluş haline getirmek istiyoruz. Bugün, sanıyorum, toplamları meclise oranladığımız zaman, belki erkeklere oranlara daha çok bayan müfettişlerimiz var; ama, bana göre yeterli değil, ben, bayanları daha bir coşkuyla davet ediyorum; buyurun gelin.

KUBİLAY BODUR- Ben bir soru soracaktım; bende şöyle bir izlenim kalmış: Gerek SSK Müfettişlikleriyle veya bu Sigorta Müfettişlerini de kapsayabilir;denetimlerde sanki; yani -ben, geçmişte, özellikle sınava giren arkadaşlarla konuşmuştum ve böyle bir değerlendirmeleri olduğunu tespit etmiştim- sanki teftiş sırasında, mesela diyelim bir Sigorta Müfettişi, bir işyerini teftiş ediyor; fakat, işveren oldukça güçlü bir konumda, belki ulaşabileceği şeyler var. Mesela, diyelimarkadaşları veya daha yüksek primlerde Sigorta Müfettişleri; yani, çevresi geniş bir insan; yani, burada müfettişin tehdit edilebildiğini dahi duydum; yani, hatta silah falan taşıdıklarını söylemişlerdi; yani, sanki Sigorta Müfettişinin veya SSK Müfettişinin,işveren karşısında güçsüz bir konumda; yani, bireysel tehdide kadar, tehdit edilebilme ihtimalinden filan söz etmişlerdi. Ben, buna karşılık ne gibi güvenceler var? Çünkü, mesela bir Sigorta Müfettişinin gayet cesur olması gerekiyor; yani, açıkçası, Türkiye’de, böyle bireysel yakınlaşmalar veya çıkar çevreleri, çalışma hayatının her alanında yayılmış bir durumda. Ben, bu konuda, geçmişte bir örnek falan var mı? Varsa, mesela tedbirler ne olmalıdır?

MUSTAFA USALAN- Bize bir olanak tanıdığı için, genç arkadaşımın sorusuna teşekkür ederek, mademki anıları deşelim dedik, sizin duyduklarınız, duymadıklarınızın yanında devede kulaktır tabii. 1978’li yılların, Türkiye platformunda, sancılı siyasi çatışmaların başladığı yıllardır -sayın hocam hatırlar; ama, siz belki hatırlamazsınız- o zamanlar, Türkiye kantlara bürünmüştü ve Türkiye’nin kamusal düzenini sağlayanlar, bu oluşumların ya içindeydi ya da baskısı altındaydı. Bunlara, başkaldırmak bir yana “uyun” diye bize tavsiyede bulundukları yılları söylüyorum.

Bugün Kuğulu Parkı bilmeyeniniz var mı aranızda? Çankaya’ya çıkarken Kavaklıdere’de Kuğulu Park. O zaman, orası bir gazino işletmeciliğiydi, o gazinoyu işleten, şimdi -tabii ölen herkese, Allah rahmet eylesin demek bizim inançlarımızın bir gereğidir, Allah rahmet eylesin- Cumali diye bir arkadaştı. Cumali beyin işlettiği bu işyerine, 2 tane müfettişimiz denetime gittiler, tesadüf buya ikisi de -benim gibi, pek babayiğit değil de- biraz çelimsiz, böyle fiziki açıdan zayıf görünümlü arkadaşlardı. Bizde tabii usuldür, gittiğiniz zaman işverene kendinizi tanıtacaksınız, kimliğinizi göstereceksiniz, geliş amacınızı söyleyeceksiniz.’ Arkadaşlarım da aynen bunu yapmışlar, demişler ki “efendim, işyerinizde denetime geldik, durum tespiti yapacağız. Lütfen, işi de aksatmadan, işçilerinizi birer birer getirin, biz bunları kaydedeceğiz, onlarla görüşme yapacağız” Cumali, bir doğuludur, kabadayı tavırlıdır, konuşma üslubu da -affınıza sığınarak, onun gibi söylemeye çalışacağım- “ayıp ettin abiler,ayıp ettin; bizim müessesemizde, gaçak muçak olmaz, bunların hepsi sigortalıdır. Bak, örneğen, şunu bir çağıralım abi. Gel len buraya. Söyle bakalım, sen sigortalı mısın?” “değilim Cumali abi” diyor, “yıkıl, mahcup ettin Cumali abini” filan diyor. Bu enstantane, 18 işçi için, orada ne kadar sigortalı varsa, hepsi için tekrarlanıyor, hiçbiri sigortalı değil; ama, hepsi Cumali abisini mahcup etmiş; ama, bizim müfettişler de, kurumu mahcup etmiş; bir tek sigortalı yazamadan dönmüşler. 0 yaz mevsiminde, orada en az 20 tane sigortalı çalışıyor; ama, müfettiş arkadaşlarımı -isim vermiyorum, hatta bunların kim olduğunu Recep beye bile söylemeyeceğim- kınamıyorum; çünkü, o zamanlar, Sigorta Müfettişinin güçsüzlüğü, bir manada o sistemin güçsüzlüğüydü.

Şurada, size, bir paragraf, bir pasaj okuyacağım; sigorta müfettişleri güçlendirilmiştir, o konuma getirilmiştir; ama, o tarihte, bu arkadaşlarımız, 20 tane kaçak sigortalıyı, kaçak kabul etmek sıkıntısıyla kuruma dönmüşler; ama, onurlarına da yedirememişler. -Onu minnetle yad edeyim- O kuruluşun, o zamanki sigorta müdürü “Türkiye bu kadar da sahipsiz mi” Ankara Emniyet Müdürü, kendisinin kişisel akrabalığı olan, yakın bir tanıdığı “sayın müdür, böyle bir hal oldu, bizim müfettişlerimize, adam, bu tavırlar içinde, kaba kuvvet gösterisinde bulundu” Onu da şöyle söylüyor “abiler gusura bakmayın, benim 7 tane leşim var, daha yeni çıktım, elim yeni iş tutuyor, ben, kanuna, nizama aykırı hareket eder miyim” diye tabiri caizse dalgasını da geçmek suretiyle, böylesine, bizim müfettişlerimize tavır koyuyor, ondan sonra ne oluyor? Emniyetten 4 tane polis gidiyor, müfettiş arkadaşlarımızın ekip olarak değiştirilmesi suretiyle, orada o 20 tanesi de tek tek yeniden kapsama alınıyor ve zaten, gücü pazısına dayanan, ekonomisi zayıf olan o Cumali arkadaşımız da -Allah rahmet eylesin, vefat etti; onu rahmetle anacağım- ondan sonra da iflas etti. Sigorta Müfettişleri, elbette ki sadece böyle direnmelere, böylesine tatlı mukavemetlere maruz kalmıyor; zaman zaman dediğiniz gibi silahlar da çekiliyor; ama, bunların hiçbiri sizi yıldırmasın, Rahmetli İsmet Paşa’nın sözüyle diyorum ki “Türkiye’de namus erbabı, namussuzlar kadar cesaretli olmadığı sürece, Türkiye’nin kurtuluşu yoktur” Eğer, Türkiye’nin kurtuluşuna katkıda bulunacaksak, biz onlardan daha cüretkar olacağız; ama, Sigorta Müfettişlerinin bu korumasıziığını, ortadan kaldırabilmek için, biraz evvel söylediğim 4792 Sayılı Yasaya yaptığımız ekte, bir güvence kurumu Sigorta Müfettişlerinin de güvenceye alınacağı, bir madde, hatta fıkra deyim, onu getirdik koyduk, orada, bütün Sigorta Müfettişlerinin, görev yapmaları esnasında, kamu kuruluşlarının, emniyet teşkilatının herhalde yardımetmek zorunda oldukları -bakın, yardım etmek lütfunda değil, zorunda oldukları- bir yasal zorunluluk olarak oraya koyulmuştur.

Lütfen okur musunuz?

MELTEN ÖZORAL- “SSK Genel Müdürü adına, İşverenin kayıt ve belgelerini incelemek, ilgililerden bilgi istemek ve toplamak, işyerinde çalıştırılanlar ile işçi sağlığı ve iş güvenliğine aykırı durumları tespit etmek, işyerlerine serbestçe girmek ve türlü incelemelerde bulunmak hususlarında, bu kimlik sahibine tam yetki verilmiştir.

Yukarıda sayılan görevleri yaparken, mülkiye amirleri, emniyet amir ve memurları, belediye başkanları, köy muhtarları ve kamu müesseseleri, kendisine kolaylık göstermeye ve yardımcı olmaya mecburdurlar.

3917 Sayılı Yasanın 4. Maddesi.

ŞERİFE OLGUN- Siz, müfettişleri, eskiye nazaran daha iyi bir eğitim verdiğinizi, onları daha nitelikli hale getirdiğinizi söylediniz, en azından daha dürüst, tam Sigorta Müfettişi olarak yetiştirdiğinizi söylediniz ve dernek kurdunuz, dernek çerçevesinde çalışmalar yaptınız, bu çalışmalarınızın işveren üzerinde etkileri ne oldu? Yani, eski işverenle, sizin çalışmalarınız çerçevesinde veya müfettişlerin yeni tutumları karşısında, işverenler nasıl bir tavır takındılar?

MUSTAFA USALAN- Sayın arkadaşımızın sorusuyla, gündemi bir müdaet evvel işgal etmiş olan bir konuya dönmek istiyorum. Sigorta Müfettişinin yetkilerini ne kadar artırırsanız artırın, sayısını ne kadar artırırsanız artırın, polisiye önlemlerle, kaçak sigortalılığı önlemeniz olanaklı değildir; çünkü, Türkiye’de 670 bine yakın işyeri vardır. Her işyerine bir tane Sigorta Müfettişini göndermeniz, her gün olanaklı değil; yani, söylediğim rakamda, Sigorta Müfettişi istikam edemezsiniz. Öyleyse, kaçak sigortalılığın önlenmesi için, başka önlemler olmalı. Onlarda, yine, biraz evvel Türkiye’nin gündemine şöyle yaz yağmuru gibi serpeleyip geçen, pek tartışılmayan işsizlik sigortası ve iş güvence yasasının çıkarılması zorunluluğudur.

Arkadaşlar, eğer, akşam evinize götürecek ekmeği sağlayamamışsanız, size 20 sene sonrasının sosyal güvenlik aşamasında bağlayacağım maaşı anlatmak, çok abes olur, o çok büyük bir lükstür; öyleyse, siz, akşam, eve, çocuklarınıza ekmek götürmek için vereceğiniz mücadelenin, pahası ne olursa olsun, faturası ne olursa olsun, onu göze almak zorundasınız; yani, kaçak sigortalı olarak çalıştırmayı, çalışmayı göze alacaksınız velev ki siz işsiz kaldığınız takdirde dahi, evinize götürecek ekmeği, biz kamu olarak size sağlıyorsak, o zaman direnme gücünüz vardır ve siz, müfettişe doğruyu söylediğiniz ya da onun ilgili bulunduğu kuruma başvuruda bulunduğunuz için görevinizden alınıyorsanız, işverenin, başka haklı hiçbir nedeni yoksa, sizi görevinizi yeniden iade etmek yetkim varsa, benim denetimim anlamı olur. Öyleyse, burada, sadece Sigorta Müfettişlerinin, kaçak işyerlerini denetiminden medet ummayalım, oradaki işçinin, sigortalının, bize katkılarını sağlayacak bu müesseseleri kuralım. Çağımızda, artık işsizlik sigortasını uygulamayan batı ülkesi kalmamıştır. İşsizlik sigortası, 1960 yılından beri, Türkiye’de tartışılır; ama, bugüne kadar maalesef yerine oturtturulmuş ve bu yasası çıkartılamamış bir kadük işlemler zümresindendir.

Sanıyorum, iş güvence yasa tasarısı da hep söylenildi, bu ikisi birlikte, umarım ve dilerim ki, bu 21. Yasama Döneminden, TBMM’nden, 1957 yılında, Çalışma Bakanlığı yapmış olan bir zatı muhteremin, bugün başbakanlığı sıfatıyla geçirebileceği ilk yasa tasarısı olur, biz de memnuniyetle kendisini alkışlarız. Yoksa SSK’da, polisiye tedbirlere, evet cezalar çok ağırlaştı arkadaşlar, cezalar, bir zamanlar çok az diye biz yakınmıştık, parlamenterlerden hep bunu rica ettik, dedik ki “bizim ceza sistemimizi bir baza oturtun ki, her gün artan hayat pahalılığı, artan enflasyonla birlikte, bizim cezalarımızda artsın; çünkü, rakamlar komik kalıyor, biz, geçmiş dönemde 240 lira ceza uyguladık, 75 000 lira ceza uyguladık, daha 10 seneevveline kadar; hani vardır ya, insanın iştahını kabartan cinsinden, 30 liralık cezayı kaale almamak için veyahut onunla dalga geçmek için, kırmızı ışıkta geçen serdengeçti şoförler var ya, bizim o cezalarımızla, kaale almamak için, onu bir yiğitlik meselesi yapan işverenler vardı. Sırf o eziklikten kurtulmak için dedik ki “bizim cezalarımızı, asgari ücrete bağlayın; asgari ücret ve onun katları olsun”

Bakın arkadaşlar, bugün bir apartman kapıcısının, 1 ay geç bildirilmesinin ya da hiç bildirilmemesinin cezasını, rakamları alt alta toplayarak, siz hesap edin diye söylüyorum. Geç bildirilmiş olmasından dolayı, 3 asgari ücret, sigortalının işe giriş bildirgesinin geç verilmiş olması o da 1; etti 4. Aylık bildirgenin geç verilmiş olmasında 2, etti 7. Dönemi bordrosunun geç verilmiş olmasından dolayı 2’ de ondan etti 9. Apartman kayıtlarının geçersiz olduğunu da kabul edeceğimiz için 6 da ondan, 15 oldu. Bugün asgari ücret 75 milyon küsur, 75 milyonla bunu çarpın, 1 milyara yakın bir para. Hepimiz apartmanda oturuyoruz, bu para 10 daireli apartmana taksim edildiği zaman, 100 milyon gibi her apartman dairesine getireceği riski düşünün, nedir? Yönetici “efendim, canım, herkes kaçak çalıştırıyor, bir kapıcıdan ne olacak, kapıcının da sigortası mı olurmuş” şeklinde hafife almasından dolayı, 1 milyar lira para cezası ödeyecek; hele, bunu, maazallah 1 sene, 2 sene bildirmemişse, bunu geriye götürdüğünüz zaman, düşünün, bunun bir de primi vardır, primin gecikme zammı vardır; apartmanınızı satsanız, bu cezaları ödeyemezsiniz. Evet, cezalar bu kadar ağır; ama, söylediğim gibi, sigortalı, eve ekmek götürme kavgasında ve kaygısında olduğu sürece bize yardımcı olmuyor.

Bize bidayette şikayette bulunan apartman kapıcısı diyor ki “Ben şu apartmanda şu tarihten beri kaçak çalışıyorum” Ben de müfettiş arkadaşlarımı oraya gönderiyorum. Müfettişler gittiği zaman veyahut böyle uyarılmışsa, hemen onunla bir pazarlığa oturuyor, “oğlum, devletin alacağı paradan sana ne, sana şu kadar para verelim, müfettişe karşı ifadeni değiştir” diyor. O gün oraya gittiğimiz zaman, kendisinin kapıcı olduğunu kanıtlayan eylem, davranış, biçim ve kıyafetinden anladığımız adam o gün de “Ben buranın kapıcısı filan değilim, bir yanlışlık olmuş” diyor. .

Arkadaş, işte biraz evvel söylediğim gibi o apartman yönetimince görevine son verildiği zaman başka yerde iş bulamayacağı endişesiyle bize yalan söylemek durumunda kalıyor maalesef. Bütün bunları aşabilmemiz için, mutlaka işsizlik yasasını ve iş güvence yasasını, bu 21. Dönem meclisinden çıkarmak zorundayız.

FATİH ÖZTÜRK- Mustafa bey, konuşmanızda mevzuatla ilgili, işçi ve işverenle ilgili bazı hatalara değindiniz. Bunlara katılmamak tabii ki mümkün değil; fakat, arkaya dönüp baktığınızda “müfettişler olarak bizim de bazı hatalarımız var” dediğiniz oldu mu ve ayrıca, bu 3 yıllık eğitim sonucunda, bu hataların giderildiğini de düşünüyor musunuz?

MUSTAFA USALAN- Pek doğal, şimdi, kendisini, tamamen kusursuz ve hatasız kabul etmek, insanın doğasına aykırıdır. İnsan, ne zaman hata yapmaz? Hiçbir iş yapmıyorsa hata yapmaz. Hiçbir işi yapmayan insanın, hatası sıfırdır; eğer, bir iş yapıyorsanız, görecelidir; ama, hata yapmak durumundasınız. Biz, Sigorta Müfettişleri olarak, kendimizin de birçok hatalı olduğu davranışlarımızı biliyoruz, özeleştirimizi de yapacak kadar yürekliyiz. Bizim, Sigorta Müfettişliğinin kuruluşunu, ben Meltem kardeşimize anlatmıştım. Biraz evvel size, kadın haklarıyla geçtim, onun detayına inersek, o müfettişlik nasıl kurulmuş? Serdengeçti, müdürün ayağına dokunan, müdürün işlerini bozan, orada anarşi yaratabilecek tipteki adamları için müdür demiş ki “bunu, müfettişliğe atın” Ya da adam süklüm püklüm, hellim selimdir, müdürün de hoşuna gitmiştir “bu çocukta üç kuruş maaş ilavesi olarak harcırah alsın, bunu da müfettişlik katına atın” demiştir. Müdürün cezalandırdığı ya da mükafatlandırdığı karakter, düşünce, yapı farklılıkları olan insanların, bir potaya koyulup eritildiği, bir başlangıcı var Sigorta Müfettişlerinin. O nedenle, biz, hep başından beri, böylesine pürüzsüz, düzgün, işlerini çok iyi yapan insanlarız filan dersek, size karşı dürüst davranmamış oluruz, size karşı değil, biz bunu, hiçbir zaman, hiçbir topluma da söylemedik. İşte, bu nedenle, dedik ki, artık müdürlerin lütfuna ya da gadrine uğrayan insanların buluştuğu yer değil de, çağdaş normları taşıyan, çağdaş koridorlardan geçen -bu kastettiğim sınavdır- insanlar, bileğinin hakkıyla bu kuruluşa müfettiş olsunlar istedik ve 1994 yılından beri yaptığımız …. bu; artık, ne müdürün, ne genel müdürün, ne teftiş kurulu başkanının, bir müfettişi seçme hakkı yoktur. Müfettişin kendini seçtirme hakkı vardır, o hakkını kullanan insanlar, bugün bizim kurulumuzda çok kısa bir zamanda çoğunluğa ulaştı arkadaşlar, öbür arkadaşlar tasfiye olmak zorunda kaldılar; bilgileri yetmiyor, enerjileri yetmiyor. Bugün, Sosyal Sigortalar Kurumu, Sigorta Teftiş Kurulu Başkanlığının bünyesindeki 299 müfettişin çoğunluğu, 160’ı yeni promosyondandır ve bunlar, sizin, ağabeyleriniz ve ablalarınız zannediyorum ve çoğunlukla siyasallı olsa gerek.

Evet, biz burada, kendi özeleştirimizi yapmadığımız sürece, haklı taleplerimiz olamaz; ama. biz, içimizdeki bu düzenlemeyi yaptık, şimdi idareden bazı isteklerimizvar ve haklı isteklerimiz. Sizi müfettişliğe davet ediyorum, sizin -bir arkadaşınızın sorduğu gibi- en azından maddi gereksinimlerinize, beklentilerinize yanıt verebilmeliyim. Bugün Sigorta Müfettişlerinin -şunu antrparantez söyleyeyim- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Müfettişlerinden, daha çok maddi olanakları var; ama, bana göre yeterli değil; niye? Yapılan işin karşılığı; eğer, ücretse ya da diğer ek ödentilerse, bunlar yeterince verilmiyor. Sosyal Sigortalar Kurumunda, maaşın dışında, tazminatların dışında -657 Sayılı Devlet Memurları Yasasında belirtilen- bir de “İyileştirme Tazminatı” dediğimiz bir ek ödeme yapılır. Bu ek ödemeyi, tespite yetkili olan makam, genel müdürlüğün başkanlık ettiği yönetim kuruludur. O yönetim kurulunda, her sene savaş verilir “Sigorta Müfettişlerine mi çok verelim, İdari Müfettişlere mi çok verelim, avukatlara mı az verelim, yoksa genel müdür muavinlerine mi çok verelim” Hayır arkadaşlar, Sigorta Müfettişine çok vereceksiniz; çünkü -biraz evvel arkadaşım anlattı- Sigorta Müfettişi, gereğinde, 8 saate bağlı kalmaksızın, 12 saat, 13 saat, 14 saat çalıştığı zamanlar olmuştur ve kurumu, bütün risk alarak, dışarıda temsil etmiştir. Öyleyse, biz özeleştirimizi yaptık, arınmamızı yaptık, şimdi sıra idarenin yapacağı katkılara kalmıştır.

Sorunuzu yanıtlayabildim mi bilmiyorum, müphem kalan yer varsa, tekrar soru sorun, ben yanıtlayayım.

Teşekkür ederim.

SORU- Benim sorum; şu ana kadar kurulan hükümetlere baktığımızda, genellikle bu hükümetlerin, işveren yanlısı ya da işverenlerin desteğiyle kurulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, bunun sonucu olarak, sosyal güvenlik alanındaki çalışmalar da, hükümetlerin çalışmaları da, ya geciktiriliyor, ya engelleniyor, ya da işverenlerin de baskılarıyla, özel sigortacılık gibi yeni alternatif yollar bulunuyor. Bunun gibi, birde bunun dışında SSK’nın gücü, sigortalılarından geliyor zaten -sizin de bahsettiğiniz gibi- sigortalı sayısının çok düşük olması, çalışanların çoğunun sigortalı olarak gösterilmemesi problemiyle karşı karşıyayız.

Buradan soruma geleceğim, sorum şu: sosyal güvenlik önlemlerinin alınabilmesi için, illaki bizim işçi yanlısı bir hükümeti beklemekten başka bir şansımız var mı? Bunun dışında, bir de, sigortalılığa özendirecek ne gibi uygulamalar yapılabilir? Mesela, primlere bakıyoruz, diğer ülkelerdeki primlerle karşılaştırıldığında, Türkiye’deki primlerin yüksekliği ortada; özendirici şeyler neler olabilir? İşçi açısından, işveren açısından neler olabilir? Bu arada, bir de özel sigortacılığa deyinirseniz sevinirim.

RECEP YENİ- Arkadaşımız güzei bir noktaya temas etti, Türkiye’deki sosyal güvenliğin boyutları o kadar büyüdü ki; yani, hükümetleri falan aştı. Bunu, hangi iktidar gelirse gelsin, buna bir çare bulacak; yani, bulmazsa Türkiye batacak, bunu söyleyelim size. Yani, çıban gibi bir yara var, o yara, Türkiye’ni kamburu, onu mutlaka, hangi hükümet olursa olsun çözmek zorunda. Sosyal güvenlik reformunun mutlaka yapılması lazım. Yapılmadığı sürece Türkiye gidiyor arkadaşlar, bunu da söyleyelim. Onun için, bir işçi sempatizan hükümet veya işveren sempatizan hükümet gibi algılamak lazım. Tabii, bugün, siyasi yönlerine girmek istemiyoruz, hükümetlerin kuruluşuyla falan bizim pek şeyimiz yok; ancak, dediğimiz gibi, hangi hükümet gelirse gelsin, bu işi bitirmek zorunda.

İkinci soru “primlerin yüksekliği, özendirilmesi” dediniz, elbette primler yüksek, ancak, verilen hizmetlere baktığınız zaman, onun karşılığı da Türkiye’de çok yüksek. Düşünün, asgari ücrette 75 milyondan ücret alan bir işçi, maaşının, işçi işveren hissesiyle beraber, 25 milyon; ancak, bu kişi, bugün emekli olduğu zaman, 100 milyon lira, 90 milyon lira maaş alır; hastalandığı zaman, hastane masrafları, ilaç masrafları, kendisi ölür, 30 sene, 40 sene, onun eşi ve çocukları ondan maaş alır; yani, sosyal güvencenin karşılığı da bizde fazla, alınan primlerin karşılığı da çok fazla, gerektiğinden de fazla.

Özendirme konusuna bu, bir eğitim falan değil kültür meselesi; yani, işçi, işverene, önce diyecek ki “beni sigortalı yapacaksın” bu eğitime, bu kültüre erişmesi lazım; yani, günü -biraz önce üstadın söylediği gibi- kurtarmak amacı için, işçi çalışıyorsa, istediğiniz kadar özendirici şeyler getirin, Türkiye’deki kaçak sigortalılığı önleyemezsiniz.

MUSTAFA USALAN- Cevher ne kadar kıymetli olursa olsun, onu işlemek lazım. Arkadaşlar o kadar güzel bir mimari sanatla, bizi deşiyorlar ki, biz, kendi yüzümüzü ancak şimdi gösterebiliyoruz. Teşekkür ederim; sorunuz çok ilginç, keşke vaktimiz çok uzun olsa da bunları çok detaylı görüşebilsek.

Sosyal Sigortalar Kurumu, batılı benzerlerinden en yüksek oranda prim alan, belki de en yüksek prim alan tek örnektir. Bugün -ortalama olarak söylüyorum- işveren ve sigortalı katkı payları, sigortalının brüt kazancının yüzde 31,5’uyla, 37’sine yaklaşan oranları kapsıyor. Bu. çok pahalı bir sigortacılıktır; bu sigortacılığı, özel sektöre taşıdığınız zaman, bunlar işsiz kalır. Yalnız, unutmamak gerekir ki, adının başına sosyali koyduğunuz zaman, o sigortanın yükümlülükleri -biraz evvel de arz etmeye çalıştığım gibi- sadece aldığınıza vermek gibi, eşit denklemli bir sigortacılıkdeğil -Türkiye’de- aldığınızın ötesinde verirken hesaba katmadığınız masraf mahalleri çıkıyor. Biraz evvel söylediğim gibi, annesi ve babası için, hiçbir prim almadığınız sigortalının, anne ve babasına bakmak zorunda kalıyorsunuz. Özel sigortacılıkta buna yer yoktur, orada nimet ve külfet dengesi vardır. Eğer, anne ve babanıza da baktıracaksanız, onun için ayrı bir prim ödemeniz gerekir ve Sosyal Sigortaların, Türkiye’nin ekonomisine katkıda bulunmak gibi, geçmişte bir ödevi olmuştur.

Devlet tahvilleri yüzde 15’den, 16’dan, SSK müesseselerine zorunlu olarak satıldığı bir dönemde, banka faizleri yüzde 45’lerde, 50’lerdeydi. Tabiri caizse, devlet, SSK’nın fonlarını, ucuz bir kredi kurumu olarak kullanmıştır. Elbette ki bunun bir riski vardı, öz kaynaklarının tüketilmesiydi, SSK’nın öz kaynakları böyle tüketilmiştir, özel sigortacılıkta buna yer yoktur. Primleriniz, Sosyal Sigortalar Kurumundaki bir yasaya, bir durağanlığa tabi değil, orada, ya beyaz eşya fiyatlarına endekslenmiş ya da diğerinin enflasyon rakamlarına endekslenmiş olarak artırılabilir; SSK’nın bu çansı yoktur.

Arkadaşlar, buradaki bütün mesele nedir? Peki, SSK bu kadar pahalı sigortacılık yapıyor, bu kadar fazla oranda prim alıyor da, niye yine de açık veriyor, derseniz, bakın, toplumlar, İkinci Dünya Savaşından sonra “refah devleti” diye bir kavrama ulaşmış, insanların refah seviyesi artmış, bir lokma, bir hırkaya, artık kanaat getiren insanlar, mazide kalmış. Türkiye’nin manzarasına bir bakın; geçmişte sodayla, kille çamaşır yıkayan annelerimizi, belki de ninelerinizi bir düşünün, şimdi her evde çamaşır makinesi var, her evde olmasa bile bulaşık makinesi var; ama, mutlaka her evde buzdolabı var ve her evde televizyon var, bunların getirdiği birer masraf var. Bu masrafları karşılayabilecek asgari ücret düzeyi, sürekli yükselmiştir. Bunları karşılayabilmek, için, sigorta bazında baktığımız zaman, ücretin yüzde 33’ünü değil, yüzde 100’ünü bile verseniz, bunları karşılamak olanaklı değil; öyleyse ne yapmalı? Devletin, sosyal güvenliğe katkısını sağlamalı. Bakın, Batı sistemlerinin, -rakam olarak belki yanılırım diye, iddialı konuşmuyorum; ama, tümüne yakınında- yüzde 35’len 12 dolaylarında katkı vardır. Diyeceksiniz ki “efendim Türkiye’de de katı var” nasıl var? SSK aylıklarını ödeyemediği zaman, Hazine ona yardım ediyor, Hazine geçmişteki borçlarını ödüyor, yardım filan ettiği yok; kaldı ki bunu bir ulufe, bir sadaka gibi verdiği için, SSK, aktüer hesaplarını yapamıyor. Öyleyse, bugün, SSK’nın gelirine, işveren ve işçi prim katkılarının ötesinde, düzenli ve sürekli, devletin katkısını sağlamak lazımdı, bu zaten devletin ödevidir. Eğer, refah toplumuna taşıdığını iddia ediyorsa, kendi halkını ve o arada sigortalılarını, onlara, başka kesimlerden alacağabir miktar geliri, aktarmak durumundadır. Aksi takdirde, yüzde 33’ü, 43’e çıkarsanız, yapacağınız sosyal yardımlar, artık sigortalıları tatmin etmez; ki, ondandır, bugün, emekli olan sigortalılar, bir ikinci, hatta üçüncü iş peşindedir. Türkiye -belki onu da tartışacağız, sorularınıza yanıt vermek açısından- genç; ama, yoksul emeklilerle dolmuştur. O nedenle, emekli olan insanın, o standarda yakın bir yaşam düzeyini sağlayacaksınız, bunu, SSK’ya katkı payı olarak, devlet olarak vereceksiniz ve bu düzen böyle çalışacak. Aksi taktirde, söylediğiniz gibi, insanlar, özel sigortalara başvuracak, ya kendi, yeniden yastığının altına dolar, mark, altın koyacak, ya evlatlarını bile geleceğin güvencesi bakacak -o çok yadırgadığım bir ifade, kullanmak istemiyordum, burada yeri geldi diye söylüyorum- 1940’lı yılların, acılı kuşağından ben, sayın hocam da dahil, hepinizden çok yaşlıyım, benim yaşım 61’dir.

Arkadaşlar, Türkiye’de, neden kız çocuklarının horlandığını ben hep düşünmüşümdür. Erkek çocukları, ailelerin geleceğine ırgat olarak katkıda bulunacak, geçim kaynağı da ondan, insanlarımız, tarlalarda ırgata muhtaçtır veyahut hanımların giremeyeceği iktisadi bölümlerde, para kazanacak çocuklarını yapmak zorundadır. Onun için -hanım arkadaşlarım beni bağışlasınlar- toplumumuzda erkek çocukları önemsenmiştir. Bunlar, hep gelecek kaygısındandır; şimdi, Sosyal Sigortalar vasıtasıyla, geleceğinizi bir güvence altına alamıyorsanız, elbette ki özel sigortalarda arayacaksınız, yetmedi, yeniden erkek çocuğu dünyaya getirmekte arayacaksınız.

Bilmem yanıtlayabildim mi?

SORU- Biriktirilen öz kaynakların, düşük faizli kredi olarak, işveren tarafında bir anlamda peşkeş çekildiğini söyleyebilir miyiz? Yani, daha genel anlamıyla, işçilerin tasarrufları, işveren ve sermayeye düşük faizde aktarılmıştır; birinci olarak bunu soruyorum.

İkincisi, söylediğiniz bir nokta çok önemli, buzdolabı, dayanıklı tüketim eşyalarına harcanan pay azalmamıştır. Bu, Korkut Boratav hocamızın, Kartal anketinde de, sizin dediğinizle aynı doğrultudadır, işçilerin, 80 sonrasında düşen reel ücretlerindeki gerçeğe karşın, işçi ailesi yine sosyal hayatından birtakım kısıtlamalara gitmiştir; ama, dediğiniz gibi, buzdolabı, çamaşır makinesi vesaireden kesmemiştir. Bu da, 80 sonrası uygulanan politikalarda aramak gerekir diye düşünüyorum.

Üçüncü olarak, özel sigortacılık konusunda, ben çözüm olacağını düşünmüyorum. Benim, politikadan, devletin uygulayacağı bir hareketten amacı Türkiye’nin tüm insanlarına, çoğunluğuna ulaşabilecek amacı ben onda görmekisterim; yani, devlet bugün bir politika uyguluyorsa, Türkiye’nin çoğunluğuna hitap etmelidir, aksi taktirde, bugün özel sigortacılık halen var; ama, hangi kesimler bu sigortadan yararlanıyor, o da bilinen bir gerçektir. Ben, bu söylediklerimi genel bir değerlendirme yapmanızı istiyorum.

Teşekkür ederim.

SORU- “Cezalarımız çok yüksek” dediniz “çok yüksek oranlarda ceza kesiyoruz” dediniz, SSK, primlerini tahsil edemezken, bu cezaları nasıl tahsil ediyor?

MUSTAFA USALAN- Teşekkür ederim.

Şimdi, zaten arkadaşımızın birinci sorusu “işverenden, kendilerine ait primlerle birlikte, sigortalılardan da kestikleri primleri, zamanında SSK’ya yatırmayarak, ucuz bir kredi gibi kullanıyorlar mı? Kullanıyorlarsa buna bir önlem alınır mı?” şeklinde bir soru yöneltmişlerdi, sizin sorunuzla paralelliği bakımından, önce buna yanıt verelim.

Arkadaşlar, geçmiş dönemlerde, evet SSK’nın prim alacaklarını, işverenler ucuz bir kredi gibi kullanmışlardır, hatta biraz evvel dedim ki “devlet bile öyle kullanmış” devlet tahvillerine yatırma zorunluluğu getirerek, o zaman banka faizlerinin 3/1’ine filan, SSK’nın fonlarını kapatmıştır; ama, bugünkü uygulamalarımızda, 1683 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Hakkındaki Kanuna, bir ekleme yapılmak suretiyle, Sosyal Sigortalar Kurumunun alacakları da, devlet alacakları gibi bir rüçhaniyet kazandırılmıştır ve bu devlet alacaklarının tabi olduğu usul hükümlerine de tabi kılınmak suretiyle, SSK artık kendi alacaklarını, bir icra memuru vasfı ve sıfatıyla tahsil etmektedir ve bu amaçla kurulmuş özel ekipleri mevcuttur. Bu özel ekipleri, özel donanım ve araçlarla da takviye edilmek suretiyle, SSK’nın işverenlerden olan prim alacakları, 1997 yılında -benim Teftiş Kurulu Başkanlığından emekli olduğum sürede- yüzde 85 dolaylarında realize edilmişti ki, bu büyük bir rakamdır. Artık, İşverenlerin de, zaten bunu ucuz bir kredi gibi kullanma olanağı da kalmamıştır; niye derseniz, yüzde 15 aylık gecikme zammı uygulanan kredi, Türkiye’de ucuz kredi değil de ondandır.

İkinci sorunuz, benim umduğum gibi politik bir sualdi, kişisel görüşümü elbette ki açıklayabilirim; ama, SSK politikası olarak burada bir şey söyleyemem. İşçi ailesinin, geçmişe oranla elbette ki kültürel gereksinimlerini de sağlayabileceği bir düzeye getirilmesini temenni ederek, bu temenniyle başlıyorum ve diyorum ki: Sadece işçi aileleri değil, Türkiye’de bir şeyler oluyor -bir dikkat edin- tüketim ekonomisi sürekli pompalanıyor, reklamlarla her akşam en azından bir haber programını bile izliyorsanız, özel televizyonların, bir yerinde haber bile kesilerekreklamlar veriyor. Bu, insan iradesine bombardımandır, insan iradesini yönlendirmektir, buna saygı duymuyorum, bu kişisel görüşümdür; ancak, ben bir başka şey söylemeye çalışıyorum, diyorum ki; artık bizim işçimizin de; eğer, bir hırka, bir lokmaya rızası olsa, SSK’nın verdiği iş göremezlik ödeneği de yeter, bağladığı maaş da yeter; ama, artık bir hırka, bir lokma değil, artık SSK’lı da, evinde bir buzdolabı olsun istiyor, bir televizyonu olsun istiyor vesaire -lafı uzatmamak için, oraya getirip bağlıyorum- eğer, bu bir refah seviyesiyse, refahın tabana yayılmasıysa, buna devletin katkı yapması lazım diyorum. SSK’nın, kurum olarak bunun üstesinden gelmesi olanaklı değil, öyleyse ne yapmalı? SSK, devletten, böylesine ulufe şeklinde, hani açığı çıktıkça büyük oğlanın kumar borcunu kapatan bir baba edasıyla değil de, her zaman, bu benim görevimdir diye, o aile bütçesine katkı yapan bir devlet arıyorum, devlet bunu yapmalı; yoksa, bu efemine tavırlar, bu ana baba tavırları, SSK’yı bir yere götürmez.

Üçüncü bir şey sormuştunuz; tabii özel sigortacılık, her şeyden önce özel bir geliri de olan insanlara hitap edebilecek bir ilgi alanıdır. Yani, büyük bir kesim, belli bir geliriyle, ücretiyle, geçiniyorsa ve bu ücretinin belli bir bölümünü SSK’ya ödüyorsa, ilaveten özel sigortaya ödeyecek bir geliri de yoktur, ondan yararlanma şansı da yoktur. Öyleyse, o tür müesseselerden yararlanacaklar, daha üst gelir diliminde olan -söylediğim gibi- özel geliri olan insanlardır; ancak, o sigortalıların, o sigortanın, eleştirisini yapmak için söylemiyorum; ama, ne bir sağlık hizmeti vardır, ne bir analık hizmeti vardır, ne bir iş göremezlik ya da meslek hastalığı geliri ödeneği diye bir şey yoktur; sadece, o, ileride yaşlandığınız zaman, emeklilik koşullarını yerine getirdiğiniz zaman, bütçenize ilave bir gelir getirecek bir olgudur. Ben, bunu, Sosyal Sigortayla karıştırmamaya özen gösteriyorum, hatta bağdaştıramıyorum demek nezaketini gösteriyorum.

MELTEM ÖZORAL- Sayın konuğumuzu buraya geldikleri ve katkıları için çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar)

MUSTAFA USALAN- Hocamı tekrar kutluyor, geleceğin çiçeklerine, mutlu, umutlu, baharlar diliyorum. Hoşça kalın arkadaşlarım. (Alkışlar)

Diğer Yazılar