Özcan Kesgeç

Özcan Kesgeç

ONİKİNCİ OTURUM

Konuşmacı:

ÖZCAN KESGEÇ

(Sosyal-İş Sendikası Genel Başkanı)

SAVAŞ DANACI- Arkadaşlar, bugünkü konuşmacımız DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası Başkanı Özcan Kesgeç. Lütfedip buraya geldiği için kendisine teşekkür ediyoruz, konuya geçmeden önce kısaca kendisini tanıtmasını istiyoruz.

ÖZCAN KESGEÇ- Ben de öncelikle sîzlerle benim için çok önemli olan ve uzun yıllar içinde uğraş verdiğim bir alanla ilgili olarak söyleşme olanağını tanıdığı için arkadaşlara ve başta Gürhan Fişek hoca olmak üzere hepsine teşekkürlerimi sunuyorum.

Ben 1945 doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Konya’nın bir ilçesinde tamamladım. Babam bir devlet memuruydu. Lise öğrenimimi Kuleli Askeri Lisesinde bitirdim ve Kara Harp Okuluna girdim. 20-21 Mayıs diye bilinen Harp Okulu olayları nedeniyle, bütün Harp Okulu öğrencileriyle birlikte Harp Okulundan ilişiğim kesildi. 1964 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine öğrenci olarak girdim. Aynı zamanda çeşitli işlerde çalışarak öğrenimimi sürdürmeye çalıştım. 1967 yılında SSK’na işçi olarak girdim ve Sosyal-İş Sendikasına 1967 yılında üye oldum. 1969 yılı 30 Nisanında anılan Sendikasının Genel Sekreterliğine, 1972 yılında Genel Başkanlığına seçildim. 1972 yılından bugüne kadar hukuken 12 Eylül yönetiminin faaliyetlerimizi durdurduğu- 12 yıllık süre dışında da fiilen bu görevimi sürdürmekteyim. 1974 yılında üyesi bulunduğumuz konfederasyonun genel başkan vekilliğine getirildim ve aynı yıl SSK Yönetim Kurulu üyeliğine, kurum çalışanlarının temsilcisi olarak seçildim. Yine burada hukuken 3,5 yıl, fiilen 2 yıl Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundum.

Benim Sosyal Sigortalar Kurumu ile ilgili tanıklığım aynı zamanda 1960’lı yıllardan bu yana çok önemli ölçüde de sendikal harekete olan tanıklığımla iç içe geçmiş bulunuyor. Ben SSK’da önce çalışanı, sonra bu kurumda çalışanların kurduğu sendikanın yöneticisi, bu sıfatı ve bu konumu nedeniyle kurum yönetim kuruluna seçilmiş olmam dolayısıyla da ister istemez kurumla ilgili tüm gözlemlerim, aynızamanda Türkiye’de bir alandaki sendikal örgütlenmenin de tanıklığıyla iç içe geçmiş olacak. Kısaca bu ikisini birlikte yürütmeye çalışacağım ve tabii bu süreç içinde zaman zaman kendimden bahsetmek zorunda kalacağım içinde bağışlamanızı diliyorum.

SSK, bildiğiniz gibi 1945 yılında İşçi Sigortaları adıyla kurulan ve iş Kanununun kurulmasını öngördüğü kuruluşlardan birisi olan bir kurumdur. 1945 yılında SSK gerçekten o yılın dünya ve ülke konjonktürü düşünülecek olursa, son derece gelişmiş bir kurum olarak vücuda getirilmiştir. Dünya harbinin sonucu Türkiye’nin içinde bulunduğu durum dikkate alınırsa, SSK daha 1945 yılında kurulurken gerçekten riskleri sosyal amaçlı olan; ama, sonuçta bir sigorta kuruluşu olarak işlev görmesi düşünülen bir hukuksal yapı içerisinde kurulmuştur. Kuruluşundaki bu yapıya göre SSK mali ve idari bakımdan özerk, sigorta tekniğinin gerektirdiği tüm işlemleri rahatlıkla yapabilmesi açısından özel hukuk hükümlerine tabi bir kamu kuruluşu olarak vücuda getirilmiştir ve hemen bugüne gelerek 1945’le bağlantı kuracak olursam, bugün SSK’nın yeniden düzenlenmesiyle ilgili ileri sürülen tüm görüşlerin kökeninde aslında 1945 yılındaki kuruluş esprisine dönme anlayışı yatmaktadır. İşte SSK çalışanları 1960 Anayasasının kabulünden sonra 624 sayılı Yasaya göre bir memur sendikası içinde örgütlenmişler 1964 yılında. Ancak SSK’nın bu özel hukuk hükümlerine tabi özerk bir kamu kurumu olma niteliği, kuruluşunda kurumda çalışanların devlet memuru statüsünde istihdam edilmemesi, o zamanki yasalarla 3656 ve 59 sayılı statü yasalarının kapsamı içinde “müstahdem” diye vasıflandırmaları, kurum çalışanlarıyla kurum arasındaki ilişkinin hizmet akdi olması gerektiği, bir başka deyişle kurumda çalışanların hukuksal statülerinin işçi olması yolundaki talepleri gündeme getirmiş ve 1966 yılında önce Kayseri İş Mahkemesi, sonra Adana İş Mahkemesi, iki kararıyla kurumda çalışanların devlet memuru değil, işçi statüsünde çalışanlar olduğunu hükme bağlamış ve bu kararlar Yargıtayca da onaylanmıştır. İşte bu kararlardan sonra 10 Aralık 1966 yılında SSK’nında, daha önce memur sendikaları içinde görev yapan 64 çalışan, SSK İşçileri Sendikası adı ile Sosyal-İş”i kurmuşlardır. Sosyal-İş’in kuruluşu ve geçirdiği mücadele süreci bugün Türkiye’de kamu çalışanlarının sendikalaşması bakımından da ilginçsayılması gereken deneyimler taşımaktadır. Bu yargı kararlarına rağmen SSK’da kurulan bu sendikanın Toplu İş Sözleşmesi yapma girişimlerine o günkü kurum yönetimi “hayır, siz memursunuz” gerekçesiyle yanaşmamış ve yine o tarihlerde -biraz sonra biraz daha ayrıntısıyla değinmeye çalışacağım- kurumda önemli bir vesayet konumunda bulunan Türk-İş, keza bu sendikalaşma hareketine karşı çıkmış, sonuçta memur denilen kurum çalışanları, işçi sendikası içinde ve o gün yürürlükte bulunan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Grev Yasası çerçevesinde 1967 yılı 1 Ağustosunda Türkiye’nin 59 ilinde bulunan bütün sendika şubelerinde çalışanları kapsayan yaklaşık 20.000 kişiyle greve çıkmışlardır. Bu, Türkiye tarihinde “memur” denilen ve emsal olarak memur statüsüne sokulmaya çalışılan; ama, fiili uygulama olarak da memur yasaları çerçevesinde özlük hakları düzenlenen çalışanların ilk grevini oluşturmuştur. 3 ay süren bu grev sonunda SSK ile Sosyal-İş Sendikası arasında bir Toplu İş Sözleşmesi imzalanmıştır, iki sayfalık bir Toplu İş Sözleşmesi. Bu Toplu İş Sözleşmesi, büyük ölçüde mevcudu, uygulanmakta olanı, sözleşme hükmü haline getirmiş, yeni denilebilecek çok ciddi haklar sağlayamamıştır. Yemek parası, fazla mesai ücretlerinde artırım gibi, çok kısıtlı bir alanın dışında statüko toplusözleşme hükmü haline getirilmiştir. Bu Toplu İş Sözleşmesi, grevde bulunan, greve çıkan, mücadele eden kurum çalışanları üzerinde gerçekten bir hayal kırıklığı yaratmış ve bu hayal kırıklığından da yararlanan yönetim, sendikanın güçsüzleşmesi yolunda gerek işten atma, kıyma, sürme yoluyla çok önemli mesafeler kat etmiştir; ama, bu topiuözleşme metni, hukuksal olarak 70’li yıllarda 657 sayılı Devlet Memurları Yasasının yürürlüğe konmasından sonra, kurum çalışanlarının önemli bir kısmının bu kapsam dışında kalması ve 657’yle çalışanların özlük haklarından pek çoğunu geri almasını önlemede bir hukuki belge olarak çok önemli işlevler görmüştür. Örneğin 657’le birlikte kaldırılan kurum çalışanlarına ödenen yılda 2 maaş ikramiye, bu belge sayesinde tekrar yargı kararlarıyla ödetilebilir hale gelmiştir. Sosyal-İş Sendikası bu belgeye dayanarak uğraşısını sürdürmüş, 72 yılında, 74 yılında kurum çalışanlarıyla yeni sözleşmeler akdetmiş; ama, bu arada kurum çalışanları memur ve işçi olarak bölünmek suretiyle kurumda ikili ve giderek üçlü -sözleşmeli çalıştırmalarla birlikte- bir istihdam yapısına kavuşmuştur.

İşte bu noktada kurum yönetim kuruluna, kurum çalışanlarının temsilci seçmesi ve orada bir üye bulundurması konusu yeniden gündeme gelmektedir. 1960 ihtilalinden sonra, 27 Mayıstan sonra Milli Birlik Komitesi hükümetlerince çıkartılan bir yasa vardır; 23 sayılı Yasa. Bir de Türkiye’de KİT’lerde çalışan işçilerin yönetim kurulunda temsilini düzenleyen 440 sayılı Yasa vardı. Bu 440 sayılı Yasaya göre, kamu iktisadi teşebbüslerinde en çok üyeyi bulunduran işçi sendikası KİT’in yönetim kuruluna kendi organlarıyla seçtiği bir temsilciyi yönetim kurulu üyesi olarak atıyordu. Bu yasa halen de yürürlüktedir ve KİT’lerde halen uygulanmaktadır.

Milli Birlik Komitesince çıkartılan 23 sayılı Yasa ise, KİT olmayan, özel kanunla kurulmuş kamu kuruluşlarında çalışanların yönetime katılmasını düzenlemiştir. Hemen akla gelebilecek bu kurumlar arasında Milli Piyango İdaresi, İller Bankası, Emekli Sandığı, SSK’yı saymak mümkün, 23 sayılı yasa kapsamında. Bu yasa, kurum çalışanlarını yönetim kurullarında temsilini şöyle düzenliyordu: Genel müdürlük memurlarının seçeceği 3 aday ile bu kuruluşlarda kurulu bulunan sendikaların göstereceği üçer aday arasından tüm kurum çalışanlarının katılacağı bir seçimle bir yönetim kurulu üyesinin yasadaki ifadesiyle, müdür üyenin seçilmesi.

1961 yılında -yanılmıyorsam- yürürlüğe girmesiyle 23 sayılı Yasa, 1972 yılına kadar, -ki biraz önce bahsetmiştim; kurumdaki sendikalar, Sosyal-İş 1966 yılında kuruldu- 1963 yılında kurulan Türk İş üyesi ve kurum sağlık çalışanlarını bünyesinde bulunduran, Sağlık-iş Sendikası 1963 yılından bu yana kurumda üyesi olmamakla beraber mevcuttu. 23 sayılı Yasadaki bu sendikaların aday göstermesi hükmü, 1972 yılındaki bizim girişimimize kadar uygulanmadı. Sadece genel müdürlükteki memurlar, aday olanlardan 3 kişiyi önseçimle belirliyor ve bunlar bütün kurumda seçime giriyorlardı, Tabii hemen anlaşılır ki bu adaylarda sürekli olarak genel müdürlükteki memurlar tarafından seçildiği için, genel müdürlükte bulunan üst düzey yöneticiler arasından oluyordu ve çalışanların temsilcisi olarak seçilen, bu mekanizmayla seçilenler, bürokrasinin, kurum bürokrasisinin bizatihi bir parçası olduklarından doğrusukurum çalışanlarının yönetimde temsil edildiğini, gerçek anlamda temsil edildiğini ifade etmek pek mümkün olmuyordu.

1972 yılında Sosyal-İş Sendikası olarak biz, “bu seçimlere kurum genel müdürlük personelinin seçeceği 3 adayın dışında sendika olarak aday göstereceğimizi” ifade ettik. Sendika beni aday gösterdi, Türk iş’e bağlı Sağlık İş Sendikası da bir aday gösterdi ve seçimlerin Haziran ayında, 4 Haziran 1973 günü yapılması gerekiyordu. SSK yönetimi seçimlerle ilgili, seçimleri düzenleyen bir genelge yayınlayarak, “sendikaların göstereceği adayda da yüksek öğrenim görme şartını arayacağım” belirtti. 23 sayılı Yasa merkez memurlarının seçeceği 3 adaydan, yüksek öğrenim görme koşulunu arıyordu; ama, sendika adayları için böyle bir koşul söz konusu değildi. Bizim sendikamızın gösterdiği aday; yani, benim açımdan böyle bir koşulun hiçbir önemi olmamasına rağmen -ki, Sağlık-İşi’n Türk-iş’e bağlı sendikanın gösterdiği adayın bu koşul eksikliği vardı; ama, bunun yasaya ve sendika yöneticisi olma esprisine aykırı olduğu gerekçesiyle Danıştaya başvurduk ve Danışma bu koşul hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Kurum yönetimi, bu yürütmeyi durdurma kararını bahane ederek, kesin sonuca kadar seçimleri ertelediğini ilan etti. Biz bu ertelemeyle de ilgili Danıştaya yine başvurduk; ama, bu sırada da seçim yapılamadığı için daha önce seçilmiş olan kurum temsilcisi; yani, genel müdürlük adaylarının temsilcisi kurum yönetiminde bu görevini sürdürmeye devam etti.

Sonuç olarak, 1974 yılı Şubat ayında Danıştay kurum işlemlerini iptal ederek, seçimlerin yapılması yolunu açtı ve böylece Nisan 1974 yılında SSK’da yapılacak olan, kurum çalışanlarının yönetim kuruluna temsilci seçimine, kurum tarihinde ilk kez sendikaların gösterdiği adaylar da kurum memurlarının seçtiği 3 adayın yanı sıra katılma olanağına kavuşmuş oldu.

Şimdi bu seçim sürecinin çok ilginç bir yöne vardı: Aşağı yukarı bir aylık bir propaganda süresi tanınırdı adaylara. Adaylar, kurum sağlık tesisleri ve kurum idari birimleri üniteleri dahil, tüm bu işyerlerini dolaşırlar, orada çalışanlarla birlikte toplantıyaparlar, gerek genel, gerek yerel basın bu toplantılara oldukça ilgi gösterir. Kurum çalışanları bu toplantılarda ve adaylar, bu toplantılarda hem kurum çalışanlarının özlük haklarıyla ilgili Sorunlara değinirken, hem de tümüyle SSK’nın sosyal Güvenlik Kuruluşu olarak işlevleri açısından görüşlerini dile getirme imkânı bulurlardı. Sendikaların aday göstermeye başlamasından sonra, bu toplantıların daha politik nitelik kazanması, hem sosyal siyaset bakımından, hem günlük politika bakımından daha politik toplantılar niteliğini kazanması kurum bürokrasisini, siyasal iktidarı ve kimi çevreleri oldukça rahatsız etmeye başladı ve sonuçta seçimler yapıldı. Seçim sonuçlarını düzenleyen ogünkü seçim mazbatası örneği önümde. 30/04/1974 tarihli bu mazbatada kullanılan 23 871 oydan, -ki kurum çalışanlarının o günkü sayısı 30.000 civarındaydı-10 448 oy Özcan Kesgeç, 9 540 oy Türk-İş’in adayı Mustafa Başoğlu ve 3 348; yani 150 oyla diğer memur adaylar oy alarak, SSK yönetim kuruluna ben seçilmiş oldum.

SSK Yönetim Kurulunda göreve başladıktan sonra dikkatimi çeken ilk temel konu SSK Yönetim Kurulu çalışmalarının tam bir bürokratik işleyiş içinde olduğu ve kurum toplantılarında konuların enine boyuna ciddi olarak tartışılma ve irdelenme imkanının kolay kolay bulunamadığıydı. Haftada bir kez toplanan yönetim kurulu 8 üyeden oluşuyordu, kurum genel müdürü aynı zamanda kurulun başkanıydı ve biri maliye, diğeri Çalışma Bakanlığınca atanan iki hükümet temsilcisi, iki Türk İş’in genel kuruldan seçilen temsilcisi, iki Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu temsilcisi ve bir kurum çalışanları temsilcisi olmak üzere 8 kişi. 974’teki yönetim kurulu tablosuna bakarsanız bugünkü yasal durumla karşılaştırdığınız zaman o günkü tablonun oluşum itibariyle çok daha demokratik olduğunu hemen fark edersiniz. 8 kişilik kurulun 3 kişisi -tabiri caizse- hükümet tarafından ve 5 kişisi ise seçimle belirlenen bir yapıydı. Yani kurulda çoğunluk seçimli üyelerdeydi. Bugün ise, kurulda çoğunluk -12 Eylül sonrası özellikle yapılan düzenlemelerle- doğrudan doğruya hükümet temsilcilerindedir.

Yönetim kurulunun gündemi 200-300 maddeden oluşuyordu. Yasaya göre kurum memurlarının yasal terfileri, yasal kademe ilerlemeleri dahi kurum yönetim kuruluna gelmek zorundaydı. Tabii bu zorunluluk kurumun kuruluş yasasında, SSK’nınçok daha sonra yapılan müdahaleci düzenlemelerle kurumun yönetim kurumunu klasik devlet kurumlan yönetim kurulu yapısına ulaştırma sonucu olmuştur. Bu gündem maddelerinin çok önemli bir kısmını o gün SSK’nın görevleri arasında bulunan işçi meskenleri konusu oluşturuyordu. SSK; işçilerin kurduğu kooperatiflere kurumdan kredi vererek onların kooperatifler eliyle “mesken sahibi” olmasına katkıda bulunuyordu ve bu kooperatif inşaatları da önemli ölçüde şirketler tarafından yapılıyordu, ihale ediliyordu ve ihale şirketlerinin talepleri, kurumdan daha çok para koparabilmek için yaptıkları işlemler önemli boyutlara ulaşıyordu ve kurum, Yönetim Kurulu üyelerinden inşaatla ilgili uzmanlığı olmayanların bu girift konuları anlayabilmesi de mümkün değildi. Örneğin; göreve başladıktan sonra bu alanda önüme gelen konularla ilgili görüşümü belirtebilmek için bu konuları sürekli incelemeye alıp, bir ay boyunca kurumun İnşaat Daire Başkanlığındaki güvendiğim teknik elemanlarla görüşme ihtiyacını hissettim; çünkü, evet veya hayır diyecek bilgim söz konusu değildi. Bu benim olmadığım gibi, diğer üyeler için de söz konusu değildi ve özellikle yine bu dönemde sırf bu alanda inşaat şirketlerinin kurum yönetim kurulu üyelerinin kapılarını ısrarla aşındırdığını ve kendileriyle ilgili kararların yönetim kurulundan çıkartılması için özel lobi çalışmaları yaptığına tanık oldum ve yine bütün bu süreç SSK’nın bu yolla işçilerin konut sahibi olmasına çok önemli katkıları olmasına rağmen, böyle bir işlemin bir sosyal güvenlik kuruluşunun görevleri arasında olamayacağı ve olmaması gerektiği sonucuna vardım ve SSK’nın bu yolla kullandığı kredilerin çok önemli bir kısmı geriye dönmemiştir ve SSK’nın bugün içinde bulunduğu çıkmazların nedeninden birisi, belki en basiti; ama, budur ve bu tür uygulamalar, Türkiye’de çalışan kesimlerin başka alanlar için mücadele ederek alması gerektiği haklarını çok kolaycı yollarla; ama, yine kendi kurumlarına, kendileri için çok önemli olan kuruluşlara önemli zararlar vererek sağlayabildiklerini yıllar sonra Türkiye’de ortaya çıkarmış olduk.

Yine bu çalışmam süresinde o günkü rakamlarla yüzbinleri aşan kaçak işçinin çalıştığını, yine o günkü rakamlarla milyarlara varan işçilerden kesilen sigorta primlerinin, özellikle büyük kuruluşlar tarafından SSK’ya yatırılmadığını, yine otarihlerde bu . paraları sigortaya yatırmamakla sigortaya ödeyecekleri faiz ile bankalardan alacakları işletme kredisi faizi arasında çok büyük farklar olduğunu ve dolayısıyla işçilerden kesilen sigorta primlerini sigortaya yatırmayarak, sigortanın faizini ödeyerek bunları kullanan sermayenin, çok ucuz kredi kullanma yolunu bulmuş olduklarını saptadık. Yine bu dönemde SSK’nın bir aktüerya biriminin olmadığını, ki bugünde yoktur hâlâ, kurumda bir aktüer kadro vardır 65 kişinin çalıştığı, 35 milyona yakın çalışan emekliye çalışan emekliye sosyal güvenlik hizmeti veren SSK’da, bugünde ciddi bir biçimde aktüerya kuruluşu yoktur. SSK’nın aktüerya hesapları ve aktüeryal konusunda yapacakları sürekli yabancı uzmanlara hazırlatma alışkanlığı içinde bulunduğunu, bunlardan en ünlüsü de 974’lerde rapor hazırlatılan ZELENKA’dır ve şu anda aklıma gelen bunları belirlemiş oldum.

1995 yılı Mart ayında; yani, aşağı yukarı göreve başladıktan bir yıl sonra, Ankara Gazeteciler Cemiyetinde SSK Yönetim Kurulu Üyesi sıfatıyla bir basın toplantısı düzenledim, bu da bizim ülkemiz tarihinde bir kamu kuruluşu yönetim kurulu üyesinin, bu sıfatla yaptığı ilk basın toplantısıdır. Hatırlarsanız veya gözlemişsinizdir, bugün bile hâlâ kamu kuruluşlarında yönetici olanların konuşması ya yasaklanır; -yani, kamuoyuna açıklamalarda bulunması- veya OsmanlIdan gelen bir alışkanlıkla “kol kırılır, yen içinde kalır. “ Ben o tarihte yaptığım basın toplantısında şunu söylemişim: “30/4/1974 tarihinde 30.000 kurum personelinin oylarıyla seçilmiş bir Müdürler Kurulu üyesi olarak, SSK’nın yapısal ve ters tercihlerdeki bozukluğunu, kurum yönetim organlarının dışında tüm kamuoyuna ve özellikle işçilerimize duyurmayı bir görev saydığım için bu basın toplantısını yapıyorum” diye. Yine bu basın toplantısında bugüne belki ışık tutması bakımından, ki o da şudur; SSK’nın bugün dile getirilen sorunları yeni ortaya çıkmış veya yeni belirtilen sorunlar olmaması bakımından; örneğin SSK hastanelerinin çok modern bir kurumsal tesis yapısına sahip olmasına rağmen sağlık hizmetlerini yeterince veremediğini ve sağlık hizmeti ihtiyacına doyurucu bir yanıt sunamadığını, SSK’nın sanayicilere ucuz kredi vermek için oluşturulmuş bir kurum olmadığını, emekli aylıklarının bağlanmasının aylar sürmekte olduğunu ve emeklimaaşlarının ödeme kuyruklarının büyük bir faciaya doğru gittiğini, işçi meskenleri konusunda biraz önce belirtmeye çalıştığım gibi, yolsuzlukların ayyuka çıktığını ve hatta bu konuda TBMM’de araştırma komisyonları kurulmaya kadar gidildiğini, işçilerden kesilen; ancak, ödenmeyen prim borçlarının milyarlara vardığını, kaçak işçi sorununu, kurumdaki ilaç israfının hat boyutlara vardığını, ilaç fabrikası alınmış olmasına rağmen bu fabrikanın üretime geçirilmediğini, kurum personelinin statüsünün yasalara aykırı biçimde düzenlendiğini ve kurumda bir ikilik yaratıldığını, SSK çalışanlarının kendileri bir sosyal güvenlik kurumunda çalışıyor olmalarına rağmen, kendi sosyal güvenliklerini Emekli Sandığında sağladıklarını, bunun çalıştıkları kuruma motive olma açısından büyük önem taşıdığını ve aynı zamanda da kurumun gelir kaybına yol açtığını; çünkü, kurum çalışanlarından kesilen milyonlarca lira götürülüp Emekli Sandığına yatırıyordu. Oysa SSK kendisi de bir sosyal güvenlik kuruluşuydu; bugün de aynı durum devam etmektedir. Bu ve benzeri konuları çeşitli vesilelerle gündeme getirdik.

Bu arada bir önemli konu, SSK’nın genel kurulları konusunda ortaya çıktı. SSK’nın genel kurullarının nasıl oluşacağı 4792 sayılı Kurum Kuruluş Yasasının 12. Maddesinde düzenlenmiştir ve bu yasa maddesi bir kez değişikliğe uğramıştır, o da 1989 yılında.

Şimdi 1986 yılına kadar SSK Genel Kurulunun oluşumunda yer alacak, SSK Genel Kuruluna katılacak işçi ve işveren temsilcilerinin nasıl seçileceğini belirleyen düzenleme şöyledir; yasa der ki; “işçi kurumlan tamamlayıncaya kadar nerelerden, hangi işyerlerinden genel kurula katılacak hangi işçilerin nasıl seçileceğini Çalışma Bakanlığı düzenler. İşveren temsilcileri ise Ticaret ve Sanayi Odalarınca seçilir. İşçi temsilcileri, işyerlerindeki işçi temsilcileri tarafından seçilecek; işveren temsilcileri; Ticaret ve Sanayi Odalarınca seçilecek. Bunların seçimlerinin nasıl yapılacağını da Çalışma Bakanlığı düzenleyecek.” Oysa, 1974 yılına gelindiği tarihte SSK genel kuruluna yasa hükmü bu olmasına rağmen katılacak işveren temsilcilerini İşveren Sendikaları Federasyonu, işçi temsilcilerini de Türk-İş seçmeye başlamıştır. Bu, yasaya açıkça aykırıdır. 1986 yılına kadar SSK genel kurullarının oluşumuna katılan işçi veişveren temsilcilerinin seçimi, kuruluş yasasına aykırı bir şekilde süregelmiştir. 1986 yılında yasada yapılan değişiklikte -ki, bu maddede yapılan tek değişikliktir şu ana kadar- fiili durum; yani, yapılan uygulama yasal hüküm haline getirilmiştir. Nedir o? işveren temsilcilerinin, en çok üyeye sahip işveren konfederasyonunca; işçi temsilcilerinin, iş kollarından eşit sayıda, en çok üyeye sahip işçi sendikaları konfederasyonunca… 86 yılından bu yana yapılan oluşum bu yönüyle yasaya uygun; ama, 86 yılından önceki oluşum tümüyle yasaya aykırıdır; çünkü, bu tarihten önce yasanın öngördüğü işçi kurumlan, -ki herhalde yasa koyucunun bundan kastettiği sendikalar olmak gerekir- tamamlanmış; ama, işçi kurumlan tamamlandıktan sonra yeni bir düzenleme yerine, bunların nasıl seçilecekleri kıyas yoluyla herhalde; ama, aslolarak siyasal iktidarın Türk-İş’ten başka bir sendikal hareketin muhatap kabul etmeme eğiliminin ağır basması sonucu, yine Çalışma Bakanlığınca uygulama bu biçimiyle sürdürülmeye devam edilmiştir ve bu yasaya aykırı, yasadışı, yasaya uygun olmayan uygulama, 1986 yılında yapılan yasa değişikliğine kadar süre gelmiştir.

SSK Genel Kurulu, biliyorsunuz 12 Eylül öncesine kadar her yıl toplanan, pratik olarak çok fazla bir anlam ifade etmemesine karşın, ibra yetkisi olan, aklama yetkisi olan, kurum kadrolarını saptama yetkisi olan bir kurul idi; ama, 12 Eylül sonrası yapılan düzenlemelerle bu yapı tamamen ortadan kaldırılmış, SSK 3 yılda bir toplanan, -ki bu yıl 26-27 Haziran günleri toplanacak- ve tümüyle istişari olan bir kuruluş haline gelmiştir. SSK Genel Kurulunun aslında zaten çok yeterli olmayan yapısı 12 Eylül sonrası düzenlemeleriyle tümüyle antidemokratik ve tümüyle işlevsiz bir hale getirilmiştir. Türkiye’de pek çok alanda görülmeyen çoğulculuk anlayışı, çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk uygulaması ne yazık ki SSK yönetiminde de hâlâ sürmektedir. Bugün SSK yönetiminde SSK’ya prim ödeyen işçilerin tamamının örgütlülüklere oranında ve güçleri oranında temsili söz konusu değildir. Tümüyle bu temsil en çok üyesi olan konfederasyon tarafından yapılmakta ve bir türlü de bunun düzeltilmesi yoluna gidilmemektedir.

Bir diğer husus, 12 Eylül sonrası benim kurumda, yönetim kurulunda görev almamı sağlayan, mekanizmanın; yani, 23 sayılı Yasanın 12 Eylül yönetimince yürürlükten kaldırılması ve bu kuruluşlarda çalışanların temsilcilerinin yönetim kuruluna katılması hakkının ortadan kaldırılmasıdır ve sonuçta bugün SSK, klasik anlamda bir devlet dairesi kurumu haline getirilmiş olmaktadır. Genel kurulları göstermelik hale gelmiştir, kurum yönetimi tümüyle siyasal iktidarın atadığı çoğunluğun elindedir; kurum genel kurulunun ve kurum yönetim kurulunun yetkileri son derece kısıtlanmıştır, kuruluşunda Çalışma Bakanlığının denetçiliğini, bir kamu erkinin denetimini esas alan kuruluş esprisi, zaman içinde yapılan eklemelerle, son olarak 12 Eylül sonrası vurulan darbelerle, tümüyle siyasal iktidarın vesayeti altına sokulmuştur ve bugün basından da izlediğiniz gibi dünyadaki kimi rüzgârlara paralel olarak artık sosyal devletin çöktüğü, dolayısıyla da Türkiye’de sosyal güvenliğin, sosyal devlet esprisi dışına itilerek; yani, özelleştirilerek, devletin, kamunun bu yükten kurtarılması sağlanmaya ve hatta gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ben sözlerimi kısaca burada bitiriyorum. Sîzlerin sorularıyla daha ayrıntılı tartışma olanağı sanıyorum bulabiliriz.

Teşekkür ederim.

KAŞİF KAYA- “1986’ya kadar işçi temsilcilerinin yasalara aykırı olarak seçildiğini” söylediniz. Yasalara aykırı olarak işçi temsilcilerinin seçilmesi fiiliyatta nasıl mümkün oldu?

ÖZCAN KESGEÇ- Sosyal Sigortalar Kurumuna işçi gönderme yetkisini Türk İş’i muhatap olarak sürdürdü, bütün siyasal iktidarlar. Bu, 1960 yılından 1986 yılına kadar yapılan bir uygulamadır. Yasaya uygun dönem; yani, 1963 yılından itibaren Türk İş Sendikalarının Konfederasyonlarının kuruluşuyla 63’e kadar olan dönem yasanın esprisine uygun biçimde yapılan seçimlerle sağlanmış. 63 yılından sonra ise işçi kuruluşları oluştuğu için yeni bir düzenleme yapılması gerekiyorken, daha önceki seçimleri düzenleme yetkisinin yasayla çalışma Bakanlığına verilmiş olması kıyaslayarak bakanlık fiili tercihini bu yönde sürdürmeye devam etmiştir ve çok ilginçtirtabii ki, bu dönemde gerek biz ve gerek diğer daha sonra kurulan Hak-İş Konfederasyonunun, SSK Genel Kurulunun oluşumundaki bu yapının yasaya aykırı olduğu konusunda bir hukuksal mücadelesi söz konusu olmamıştır. Eğer bu uygulama kanaatimce Danıştay’a götürülmüş olsaydı, önemli ölçüde bir yargı denetiminden geçme olanağı bulunacak ve belki de daha çağdaş, daha rasyonel değişmeler yapılabilecekti.

MUSTAFA UÇAR- Son cümlenizde ‘‘SSK’nın özelleştirilmeye çalışıldığım” ifade ettiniz. SSK, zaten işçi ve işverenlerden aldığı primlerle faaliyet gösteren bir kurum değil mi ve dolayısıyla zaten özel değil mi? Özelleştirme ve özerkleştirme konusunda ne düşünüyorsunuz?

ÖZCAN KESGEÇ- Çok teşekkür ederim. Bir terminoloji hatamı dile getirdiniz. Özelleştirme derken kastettiğim ticarileştirmeydi; yani, SSK’nın özelleştirmesi iafı gerçekten doğru değil, SSK Yasasına göre özel hukuk hükümlerine tabidir kamu kuruluşu, sosyal güvenliği ticarileştirmek istiyorlar; yani, sosyal güvenlik alanını bir kamu alanı olmaktan, bir kamu hizmeti olmaktan çıkartıp tümüyle ticarileştirmek istiyorlar. Tabii, hiç kuşku yok ki buna tümüyle karşıyım,. Benim sosyal güvenlik alanında kendi kişisel görüşüm daha da farklıdır. Biliyorsunuz, sosyal güvenliğin sosyal sigortacılık yoluyla karşılanması tek seçenek değildir, mutlak bir seçenek değildir. Sayıları çok da az olsa, bilebildiğim kadarıyla Kanada ve İngiltere’de kısmen sağlık sigortası olmak üzere, sağlık hizmetleri olmak üzere, sigorta dışında sosyal güvenliğin doğrudan ulusal bütçeden sağlandığı örnekler de vardır. Ben sosyal güvenliğin doğrudan ulusal bütçeyle ve çalışan-çalışmayan ayrımı yapılmaksızın tüm ülke yurttaşlarına sağlanması yoluyla düzenlenmesini savunan bir görüşe sahibim; ama, Türkiye 945’lerde tercihini sosyal sigorta; yani, sigorta sistemi yoluyla yapmayı yeğlediği için ve bugün de bu alanda önemli gelişmeler olduğu için, bütün çabamız varolan sosyal güvenlik sistemini geliştirmeye yönelik olmaktadır. Şimdi Sosyal Sigortaları ticarileştirmek isteyenlerin ortaya çıkışlarındaki zamanlamaya dikkatinizi çekmek isterim: SSK -burada rakamları var, o rakamlarla kafanızı şişirmek istemiyorum- 1993 yılına kadar fazlalık vermiştir. İlk kez SSK fonları 1994 yılında açık vermeyebaşlamıştır. Artık 1994’ten sonra SSK’nın konuşmamda sözünü etmeye çalıştığım ne sermayeye ucuz kredi verme yolu, ne sigorta primlerini yatırmama yoluyla ucuz kredi kullanma yolu kalmamıştır. Artık SSK’nın parça parça alarak kullanma olanağı kalmadığı için sermaye çevreleri bütününe talip olmaya başlamıştır.

Şimdi bana göre ticarileştirilemeyecek kamu alanları vardır; sağlık bunlardan birisidir, eğitim bunlardan birisidir, sosyal güvenlik bunlardan birisidir, işte adalet bunlardan birisidir, güvenlik bunlardan birisidir. Bu ticarileştirilemeyecek kamu alanları işte ne bileyim bir sosyalist düzenin, bir komünist düzenin geriye kalan da değildir. Asgari sosyal devlet esasını alan bir liberasyon düzenin gerekleridir; ama, özellikle 980 sonrası işte dünyada ayrıntılarına şu anda girmiyorum; küreselleşme denilen, yeni dünya düzeni denilen, tek kutuplu dünyaya doğru gidilen bir ortamda sosyal devlet kavramının ve sosyal devletin yapmakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılmasına çalışılmaktadır. İşte SSK’nın ticarileştirilmesi girişimleri de bunlardan birisidir; ama, bu alanda da dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta ticarileştirme dediğiniz zaman ilk akla gelen kâr olduğu için, şu anda Türkiye’de sosyal güvenliğin sağlık hizmeti alanının ticarileştirilmesi günceldir ve ısrarlı talepler önce onadır; çünkü, kâr alanı daha fazla olan bir alan olduğu için ve tabii Türkiye’nin sosyal devlet niteliğini korumak gerektiğini inananların bu girişimlere karşı çıkması gerekir.

MESUT GEÇER- En son söylediklerinize bağlı olarak bir yöntem sorusu sormak istiyorum. Bu özelleştirilmesine karşıyız, onu anlıyorum da bu sağlıktaki hizmetlerin iyileştirilmesini acaba nasıl sağlayabiliriz? Yani bu konudaki sizin görüşünüz nedir? Kabul edilecek bir şey var ki; bir kalitesizlik şu anda söz konusu; bunu nasıl aşabiliriz sizce?

Teşekkürler.

ÖZCAN KESGEÇ- Şimdi, sağlık hizmetleri dediğimiz zaman, ben konunun bir kere iki ayrı şekilde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. SSK sağlık hizmetleri veren bir kuruluş değildir, SSK’nın; yani sosyal güvenlik kurumu olarak SSK’nın sağlıkpolitikasını düzenleme gibi bir görevi yoktur. SSK, sosyal sigorta çerçevesi içerisinde yer alan sigorta kollarından birisi olan sağlık sigortasını üyelerine; yani, iştirakçilerine en iyi şekilde vermekle yükümlüdür. Şimdi bu genel kural çerçevesinde bakar isek, şunu bile söyleyebilirsiniz: SSK iştirakçisi; yani, SSK’na tabi işçi sağlık sigortasını ülkede mevcut dilediği sağlık kuruluşlarında sağlayabilmelidir; ama, bu genelde; ama, belli koşulların oluşmuş olmasıyla doğru olabilecek olan yargı, Türkiye açısından bugün doğru değildir. Neden doğru değildir? Yine SSK’yla ilgili bir yapılanmaya dönmem lazım. SSK’nın kuruluşunda ve 506 sayılı Sosyal Sigorta Yasasının kabulündeki ilk dönemlerde SSK’nın sağlık sigortasını doğrudan doğruya kendi kurumlan ile yürüteceği hükmü yok idi ve nitekim ilk uygulama SSK’nın sağlık hizmetini; yani, sağlık sigortası hizmetini satın alması biçimiyledir. 0 başlayan sistem, o biçimiyle geliştirilmiş olsaydı, -ki bugün pek çok Avrupa ülkesinde sosyal güvenlik kuruluşları doğrudan kendileri sağlık sigortası uygulaması yapmazlar; ama, Türkiye’de tam tersi olmuş- SSK’nın biriken fonlarına göz diken devlet, SSK’nın sağlık hizmetlerini kendi sağlık tesisleri eliyle verme zorunluluğunu yasal hüküm haline getirerek, SSK’nın geniş bir sağlık yatırımına yönelmesine yol açmışlardır. Bir başka deyişle ve asıl dikkat edilmesi gereken noktanın bu olduğu kanısındayım, genel bütçeden; yani, Sağlık Bakanlığına ayrılan bütçeden ülkede yapılması gereken sağlık hizmetlerinin siyasal iktidarlar, SSK’nın sırtına yüklemişler ve SSK süratle hastane açarak ve genel bütçeden sağlığa ayrılan pay sürekli düşürülerek ve işçiler “kendi hastanenin sahibi olacaksın” motivasyonuyla da motive edilerek, asıl ilgi alanları olması gereken ve odaklaşmaları gereken ülkenin genel sağlık hizmetlerinden kısmen ayrılmaya başlamışlardır ve bugün SSK gerçekten devasa sağlık hizmetlerine sahip ve Türkiye’de yataklı tesislerin önemli bir sayısını, polikliniklerin önemli bir sayısını yerine getirir düzeye gelmiştir. SSK’nın kendi sağlık sigortası verdiği bu tesislerini daha rasyonel işletir hale gelmesi lazımdır. Bunun için de temel koşul SSK’nın, -tekrar ediyorum- mali ve idari bakımdan özerk olduğu, hâla kuruluş yasasının 1 inci maddesinde bulunan; ama, diğer maddeleriyle adeta bu düzenlemeyle dalga geçer hale getirilen yapısı gerçekten kurumun özel hukuk hükümlerine tabii bir yapıya kavuşturulmasıyla mümkündür.

Şimdi SSK kendi sağlık tesislerine hekim atayamaz, kadro alması lazım; hemşire atayamaz, kadro alması lazım. Oysa hiçbirisi, bunların hiçbirisinin ücretleri genel bütçeden çıkmaz; ama, SSK’yı siyasal iktidarlar daima elinin altındaki ve parası olan bir devlet kurumu olarak gördükleri için hep o kıskacın içerisinde tutarlar. İşte bir tasarruf genelgesi çıkartırlar diğer kamu kuruluşları için, bu kurumu da kapsar ve kurum işte Ankara’da Etlik’te çok modern bir hastane yapar; ama, burada kullanacağı cihazları yıllar yılı parası olmasına rağmen ithal edemez, buraya odacısını atayamaz. Şimdi bu yapıdaki bir SSK’nın kendi sağlık tesislerini daha iyi sağlık hizmeti verir hale getirebilmesinin koşulları yok bizde. SSK özerk ve özel hükümlere tabi bir kuruluş bünyesine, yapısına ulaştığı zaman helvası var, unu var, şekeri var, helvasını yapmaması için hiçbir neden yoktur. Tabii işte bürokratik işleyişte düzelmeleri lazım, işte şu lazım, bu lazım; ama, bunların hepsi öncelikle SSK’nın bunları yapabilecek özelliğe sahip olmasıyla kaim.

Bir İkincisi; hiç kimse SSK sağlık sigortası uygulamaları ile Türkiye’nin sağlık sorununu çözme gibi bir yanılgıya düşmemesi lazım ve bugün sigortalı işçilerin, onların bakmakla yükümlü olduğu eş ve çocuklarının, emeklilerin SSK dışında, biraz önce söylediğim gibi diledikleri hastanelere gitme yolunu serbest bıraktım deseniz dahi, Türkiye’de bunu karşılayacak ne özel, ne de devletin -üniversite hastaneleri dahil- bir sağlık tesisi yoktur. SSK sağlık tesislerinin bu yapısının sürdürülmesi genel olarak ülkede sağlık hizmetleri sunumunun yetersizliği ne yazık ki, sağlık hizmetlerinin genel olarak ülkede ticarileştirilmesini isteyenlere taraftar oluşturmada nesnel bir zemini oluşturmaktadır. Bu oluşan nesnel zeminden kalkarak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini savunmak yerine bu nesnel zemini gerçekten bir realist, bir rasyonel nesnellik olduğunu sorgulamak sanıyorum doğru çözümü bulmaya yardımcı olabilir.

SORU- “SSK’nda çalışanların kendi sosyal güvencelerinin Emekli Sandığı tarafından yürütüldüğünü” söylediniz. Bu uygulama şu anda devam ediyor mu, nasıl bir dezavantajı var, eğer SSK’nda devam etmiş olsaydı hangi avantajlar ortaya çıkmış olacaktı?

ÖZCAN KESGEÇ- Bu uygulama halen devam ediyor. SSK’da çalışan 65.000- 70.000 civarındaki personelden bugün 4.500 civarında işçi statüsünde çalışanlar vardır. Bunun yaklaşık 4.000’e yakını sağlık tesislerindedir. Bunların dışındakilerin tümü Emekli Sandığına tabidir. Bunun olumsuzlukları, işte bu 60.000 personelin her ay ücretlerinden kesilen ve işveren katkısı ilave edilen sosyal güvenlik kesenekleri; SSK’nın kendi içinde kalmamakta, Emekli Sandığına aktarılmaktadır.

Bir diğer husus, çalışma, işyeri motivasyonu bakımından, çalıştığı kurumdan sosyal güvenliğini sağlamayan, sosyal güvenlik hizmetlerini kendi çalıştığı kurumdan almayan çalışanların o kurumdan sosyal güvenlik alanların sorunlarına karşı ilgisi, yaklaşımı, herhalde kendilerinin de oradan alması durumuyla aynı değildir. Bu da işlerin yürütülmesi bakımından ayrıdır. Bunun ortaya koyduğu diğer bir husus, bu yapının Emekli Sandığına tabii olma yapısının, kurum çalışanlarının hukuksal statüsünün zorlama yoluyla statü hukuku hükümlerine; yani, devlet memuru statüsüne sokulmaya yardımcı olması, yol açması gibi bir olumsuzluğu da içinde taşımış olmasıdır.

KAZIM COŞKUN- SSK’nın son 15 yıldaki yönetim yapısında işçilerin etkinliğinin azaldığını belirttiniz. Ben, diğer sendikaların ve konfederasyonun eğilimlerinin bu olumsuzluğu giderecek yönde sizinle ortaklaşıp, ortaklaşamadıklarını öğrenmek istiyorum.

ÖZCAN KESGEÇ- Maalesef ortaklaşamıyoruz. Bunun son örneğini yeni yaşadık. 1996 Ağustos ayında Çalışma Bakanlığında, Kurum Kuruluş Yasasının ve 506 sayılı yasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin bir çalışma başlatıldı, bakanlığın çağrısı üzerine. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, DİSK, Hak-İş ve Türk-İş temsilcileri bir araya geldik, örneğin SSK’nın özerk yapısının güçlendirilmesi konusunda İşveren Konfederasyonu ile Türk-İş’le anlaşabildiğimizden daha fazla anlaşabiliyoruz; ama, Türk-İş’le anlaşamıyoruz. Örneğin; Türk-İş, SSK Genel Kurulunda tüm kesimlerin temsilleri oranında temsil edilmesine, katılmasına ısrarla karşı çıkıyor; yani, zamanında aldığı ve gerçekten demokratik bir anlayışla bağdaşmayacak otekelciliğini korumayı amaçlıyor; ama, onu koruduğu kadar, -ki şu anda SSK’da ta başından beri işçileri temsilen bulunan tek kuruluştur, dolayısıyla SSK’daki tüm olumsuzlukların ortağıdır, yönetimde olduğu için- bu olumsuzlukları paylaşmaya da yanaşmıyor Ne yazık ki demokratik katılım anlamında işte ülkemizin genel olumsuzluğu bu alanda da geçerli.

MURAT HALİS- Şimdi siz, Sendika Başkanı olarak bu olumsuzlukları işçilere ne kadar anlatabiliyorsunuz ya da işçiler bunlar hakkında ne kadar bilgi sahibiler?

İkinci sorum da; özellikle toplumu değiştirmeyi amaç edinen bir sendika, konfederasyon üyesi olan sendika başkanısınız, bu konuda, sosyal güvenlik sistemi konusunda siz neler yapıyorsunuz, sendikacılık olarak?

Teşekkürler.

ÖZCAN KESGEÇ- Şimdi hemen bir şey söyleyeyim; bizim sendika olarak toplumu değiştirmek gibi bir misyonumuz yok. Toplumun değişimine kendi eylemlik alanlarımız içerisinde katkıda bulunmak gibi bir görevimiz var. Takdir edersiniz ki, toplumu değiştirme daha farklı, daha başka alanları da kapsayan bir mücadelenin sonucu. Şimdi bu alanlarda işçilere ne kadar anlatabiliyoruz? Genel olarak söylemem gerekirse, A Sendikası daha iyi anlatıyor, B Sendikası daha iyi anlatıyor veya daha fazla anlatıyora girmeksizin, Türkiye’de sendikal hareketin bugün bunları en az düşündüğü veya dillendirdiği kadar üyelerine anlatabildiği kanısında değilim. Bu sendikal hareketin içinde bulunduğu ve 12 Eylül sonrası ortaya çıkan durumla da çok yakından ilgili. Bugün ne yazık ki, ülkemizde işçi sendikaları kapsamında söylüyorum, sendikal örgütlülük, 1980 öncesinden geridedir; yani, bugün sendikalarda doğrudan toplusözleşmeler kapsamı yoluyla birebir üyelik bağları olan sayı, 1980 yılından çok çok gerilerdedir. Yine 1980’den 1992 yılının sonuna kadar; yani, aşağı yukarı 12-13 yıl DİSK ve bağlı sendikalar olarak bizim faaliyetimiz yasaklandığı için, bizim yeniden sendikal faaliyete başlamamız işte aşağı yukarı 5 yıllık falan bir süreçtir. Âdeta bu bizim için yeniden kurulma, yeniden örgütlenme sürecidir.

Türkiye’de bir diğer nokta, ne yazık ki, çalışan kesimlerde kendilerini doğrudan ilgilendiren sosyal güvenlik gibi bir alan özellik taşıyor ayrıca, olumsuzluklara karşı bilinçli bir demokratik tepkinin henüz yeterince olgunlaşmamış oluşudur. SSK hastanelerinde sağlık hizmeti alıp ta, işsiz kalmayı, bu hastaneleri eğer görenleriniz varsa, doğrusu anlayabilmek oldukça zordur; ama, tabii bu tepkisizliğin içinde bir şey daha vardır, ben bunu açıklıkla söyleyebilirim: Kendileri de sigortalı olmasına rağmen SSK’da sağlık hizmeti almak için giden, başvuran sendika üst düzey yöneticisi de hemen hemen yok gibidir.

MUSTAFA UÇAR- Ben bir soru daha sorabilir miyim? Şimdi SSK’yı şu anda içinde bulunduğu durumdan kurtulacak bir model önerecek olsanız, dünyada da benzeri olan bir model olursa bu nasıl bir model önerirsiniz? Şili’deki sosyal güvenlik kuruluşlarının fonlarını özel şirketlerin yüksek bir kârla işlettiği sistem hakkında ne düşünüyorsunuz?

ÖZCAN KESGEÇ- Hemen Şili modeliyle ilgili düşüncemi söyleyeyim. Bir kere Şili modeli denilen modeli uygulayabilmek için her şeyden önce Türkiye’de bir Pinoche olması lazım. Bir Pinoche olmaksızın; yani, Türkiye’nin bugünkü demokratik yapısı Pinoche bağlı bir askeri diktatörlük dönüştürülmeksizin; yani, demokratik bir iklimde, demokratik bir ortamda böyle bir modele geçişin olanağı yoktur. Bu saptama bile, bu modelin model olmaktan, bir sosyal güvenlik modeli olmaktan çok uzak olduğunu ortaya koyuyor. Şili modelinin model olmadığının bir başka örneği bizatihi kendi içindedir. O model denilen modeli Şili’deki askerler, polisler, yüksek yargı mensupları beğenmemişlerdir ve onlar o eski modelin içinde devam etmektedirler; yani, kamu sosyal sigortacılığının, Şili modeli böyle bir modeldir. Şili modeli gibi bir model Türkiye’de bugün sayıları 400 milyona yaklaşan, 450 milyon civarında sigortalı işçi, 4.5 milyon civarında sigortalı işçi var ise, 4,5 milyon civarında da kaçak işçi var olmasına rağmen sigortasız olan; yani, sosyal güvenlikten yoksun olan. Bu sayının 6.5-7 milyona ulaşmasına yol açabilir. Nitekim Şili modeli diye önerilen model; işte o modelde her kişi ücretinin belli bir oranını sigorta şirketine ödemektedir, eş veçocukların sigortalanması diye bir şey söz konusu değildir; çünkü, onlarda ayrı ayrı prim ödemek zorundadır. İlk başladığı zaman yüzde 50, yüzde 60’la bu ödeme başlamış, şu andaki rakamlar bunların yüzde 30’a kadar düştüğü; yani, büyük çalışanların bu primleri ödemediği, ödeyemediği noktasındadır.

Türkiye için bence, tabii bir model aramaya gerek yoktur, Türkiye’nin modeli vardır. Türkiye’nin sorunu mevcut sosyal- sigorta modelini, sosyal amaçlı bir sigorta olduğu gerçeğine göre yeniden dizayn etmektir. O da nedir? Sosyal sigorta risklerinin sosyal amaçlı olduğunun; yani, bunun bir sosyal sigorta olduğunu, -ki sosyal sigortayı belirleyen en temel özelliklerden birisi zorunlu olmasıdır, diğeri çalışanın ödediği primlerle eş ve çocukların sigorta kapsamında bulunmasıdır, emekli olduğu zaman hem kendisinin, hem de eş ve çocuklarının sigorta kapsamında devam etmesidir- diğeri ise, SSK’nın bu fonksiyonunu, bu amacını gözden ırak tutmaksızın sigorta kurumu olduğunu unutmaksızın, sigorta kurumu olmanın teknik gereklerine uygun bir işleyişi sağlamak, bunun için de kurumu gerçekten demokratik, gerçekten iştirakçilerinin katıldığı, gerçekten onların yönettiği, devletin denetlediği, özerk bir yapıya kavuşturmaktır. Çok alt başlıklarıyla söylemek lazımsa, örneğin bugün SSK, devlet bütçesinden sonra en yüksek bütçeye sahip olan bir kuruluştur. 70.000 çalışanıyla çok büyük bir çalışan sayısı vardır, hastaneleriyle vs. Devlet hiyerarşisi içinde benzetmek gerekirse 12 genel müdürlük biçiminde örgütlenmiş bir yapı SSK’da tek genel müdürlük halindedir. Merkeziyetçilik son derece hantal bir yapıya kavuşturmuştur SSK hem büyümüş, hem giderek merkezileşmiş ve böylece işlemesi çok zor hantal bir yapıya kavuşmuştur. Bundan kurtulması lazım, bunu sağlayacak yeniden bir örgütlenmeye kavuşması lazım.

DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK- Sayın Kesgeç, siz konuşmanızda şöyle bir şeye değindiniz; diyelim sağlık hizmetleri için bunu söylediniz; ama, pek çok şey için de bu söylenebilir. “Kişi gidiyor, hizmetten yararlanabilmek için çok düşük düzeyde bir hizmet sunumuyla karşılaşıyor, bunu nasıl hazmediyor anlayamıyorum” ifadesini kullandınız. Bir bu noktayı koyalım.İkincisi çalışanların motivasyonunu düşürücü pek çok etmen olduğundan sözettiniz.

Üçüncü olarak da bu hep karşılaştığımız bir politika, o kurumun içi boşaltılıyor, hizmetleri kalitesizleştiriliyor, onun için elinden gelen yapıldıktan sonra, işte bu kurum, bu hizmeti veremeyecek durumda, onun için başka bir model çıkartalım ortaya deniliyor. Bütün bunlar söylendikten sonra ben şunu tartışmanızı rica edeceğim: Burada kurum çalışanlarının, kurumu sahiplenme, gelenleri daha iyi hizmet sunmak gibi kendilerine bir misyon biçmeleri söz konusu olabilir mi? Bütün kurum, üst kademelerinden gelen olumsuz şeylere karşın bir direniş sergileyebilirler mi? Tabii burada en önemli şey örgütsüzlükleri. Bu anlamda bireyin rolünü biraz tartışabilir miyiz; yani, kurum çalışanı olarak?

ÖZCAN KESGEÇ- Tabi, çok önemli bir nokta. Bu vesileyle yine kurum çalışanlarının motivasyonu açısından bir şeye daha değinmemi hatlı ¡attınız bana.

Şimdi SSK’da benimde yönetimde bulunduğum dönem de dahil 1978 yılına kadar işleyen bir kural vardı. Bu kurum yöneticilerinin titizlikle gözettikleri bir noktaydı, o da kurum üst yönetimine kurumun kendi içindeki çalışanlarından insanların gelmesinin yolunu açık tutmak; yani, kuruma hekim olarak giren, kuruma sigorta memuru olarak giren, kuruma müfettiş olarak giren bir çalışan 1978 yılına kadar “ben şube müdürü olurum, ben sağlık dairesi başkanı olurum, ben genel müdür yardımcısı olurum, ben daire başkanı olurum, genel müdür olurum” umudunu gerçekten taşıyabiliyordu. Bu iki açıdan kanaatimce çok önemliydi: Birincisi, orada çalışanların mesleksel geleceklerini kendi kurumlan içinde daha ileri noktalara götürebilme umudunu taşımaları, dolayısıyla bunun gerektirdiği daha fazla kurumu sahiplenme, daha fazla çalışma noktası, nosyonu. Diğeri ise; bu kurum bir sigorta kurumu olduğu için ve kurumun verdiği sağlık hizmetlerinde bile sigorta kurumu olmanın teknik işlemleri söz konusu olduğu için buna yabancı, âdeta bunları yeniden öğreneceklerin, kurumda en üst noktalara getirilmesini önleyici bir mekanizma olmasıydı. Ne yazık ki kurum,1978 yılından sonra bu geleneğini bıraktı. Sosyal sigortanın ne sosyalinin S’siyle, ne sigortasının S’siyle, hayatında tek dakika uğraşmamış, ilgilenmemiş insanlar kurumun en üst yönetim organlarına getirildiler. SSK’nın ne olduğunu, sosyal sigortanın ne anlama geldiğini tanımlayamayacak kişilerin, alanları bu olmadığı için SSK Genel Müdürlük Yardımcılıklarına getirilmiş olduğunu ben 1985 yılından sonra, o kişileri de tanıdığım için çok yakinen biliyorum.

Yine size olmuş bir olayı anlatayım. Yine 85’ler civarında SSK’nın bir şube müdürlüğüne Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünden bir kişi getiriyorlar, atıyorlar. Bu, kurumda o sıralar çok yaygın. İşte ölçümleme yazısıydı, prim iadesiydi, şuydu, buydu yazılar geliyor bu müdürün önüne imzalamak üzere, -ki bu müdür bana göre biraz dürüstçeymiş- kurumda eskiden beri çalışan müfettişleri vs.ieri çağırıyor, diyor ki; “benim önüme bunlar geliyor, benim bunları imzalamam lazım; ama, ben bunların neyi ifade ettiğini, neyi imzaladığımı bilmiyorum. Sizden ricam bana yardımcı olun; yani, lütfen ne imzaladığımı bana anlatın” Şimdi kurumda çalışanların bu yapı içinde önemli bir kısmının kurumu terk ettiği, başka alanlara kaydığı, kurumda uzun yıllar hizmet vermiş, her alandaki çalışanın kurum dışına gittiği, kurumun bu hale gelmesini, tabii hizmet sunumunda da çok önemli faktörlerden biri olduğu, kurumun bir dönem çalışanlarının Türkiye’deki genelden daha önde olan parasal konumlarının, giderek önde olmak şöyle dursun, kimi alanlardan daha geriye çekildiği bir ortamda kurum çalışanlarının kuruma sahiplenme ihtiyacı veya gösterisi, her şeye rağmen benim gözleyebildiğim kadarıyla hâlâ sürüyor; ama, tek tek bireyin bütün bu aksaklıkların üstünden gelmesi, herkesin ne denli özverili olursa olsun yapısal bozuklukları bu özverilerle ortadan kaldırabilmesi kuşkusuz ki mümkün değil. Bu kurum çalışanlarının örgütlü bir şekilde kurumda söz sahibi olabilmesi, düzenleme sahibi olabilme noktasına gelmesiyle mümkün. Ne yazık ki 12 Eylülden sonra pek çok alanda olduğu gibi kurum çalışanları alanında da bir örgütsel gerilik söz konusu; ama, son zamanlarda kamu çalışanlarının sendikalaşma girişimleri yine izleyebildiğim kadarıyla kurum çalışanları açısından da sayısal anlamda çok büyük rakamlara ulaşmasa da, önemli ölçüde birgelişme gösteriyor. İşçi sendikalarıyla, kurum çalışanlarının sendikalarıyla, kurumdan hizmet alan, hizmet sunanların örgütlerinin işbirliği ile, kurumdaki bu yapısal şeyleri, bireylerin tek tek özverilerinden çıkartan bir düzenlemeye kavuşturmak mümkün olabilir diye düşünüyorum.

SAVAŞ DANACI- Arkadaşlar sorularınız yoksa bitiriyoruz.

Teşekkür ederiz.

ÖZCAN KESGEÇ- Ben teşekkür ederim, başarılar dilerim.(Alkışlar)

Diğer Yazılar