Selahattin Turla

Selahattin Turla

ONÜÇÜNCÜ OTURUM

18 Mayıs 1998

Konuşmacı: SELAHATTİN TURLA

(SSK Tahsis Dairesi eski Başkanı)

FİLİZ AVŞAR – Ben öncelikle sizden yıllarını SSK’ya vermiş biri olarak kısa bir özgeçmişinizi anlatmanızı istiyorum.

SELAHATTİN TURLA – Hayhay. 1952 senesinde ilk kez Sosyal Sigortaya intisap ettim ve işe çok başlangıçtan itibaren, hatta arşivcilikten başlayarak girdim, 1 sene sonra raportör oldum aynı ünitede, gene çok kısa bir süre sonra belki adam kıtlığındandı, o zaman sizler gibi böyle yetişmiş insanlar pek yoktu. Şube Müdür Muavini oldum, şef oldum. Yalnız Şube Müdür Muavinliğinde 12 sene kadar rötar yaptım, çünkü 10 kişiydik muavin olarak, bir de müdürümüz vardı, sıraya çok riayet ederdi ve öyle yerlerde müdürler pek kolay kolay işten ayrılmazlar, ayrılmadıkları içinde bizler hep sıra bekleriz hayatımız boyunca. Bana sıra gelinceye kadar, İhtiyarlık Sigortası Müdürü oluncaya kadar 69 veya 70 yılına kadar geldim. 70’te İhtiyarlık Sigortası Müdürü oldum, 7.1 senesinde Genel Müdürlük Müşavirliğine kaçtım, çünkü gittikçe yönetim Sosyal Sigortaların bugünkü akıbetinin seslerini vermeye başladı. Onun sebeplerini sırası geldikçe, siz sordukça anlatırım. Baktım ki bu şekilde çok ilkel bir statüyle bu 70 milyon insanın sosyal güvencesinin sağlanması mümkün olmayacak, bunun sebeplerini size kısaca özetlerim ileride. Onun üzerine Genel Müdürlük Müşavirliğinde zaten o sıralarda Millet Meclisinde kurum adına kurumun idari işlerini takip ediyordum ve sosyal güvenlikle ilgili her kanun tasarısı görüşülürken, ben de bu toplantılara katılırdım ve böyle böyle Mecliste bana çok fayda sağlandı. Orada iyi kötü her canipten insanlar bu konuları işledikçe ben de düşünmek mecburiyetinde kalıyordum en azından ve bu 9 sene sürdü. 9 sene sonra emekli oldum. Genel Müdürlük Tahsis Daire Başkanlığından emekli oldum, ama bu süre içerisinde fikri faaliyetimi alışılagelmemiş olan tarafından devam ettirdim. Bizde bürokrat oturur masaya, gözlüğünü takar, tıkır tıkır yazar çalışır. Ben öyle değildim, devamlı hareket halindeydim. Önce Türk-İş’e bağlı sendikalarda -bunun altını çizerek söylüyorum, çünkü o yüzden başıma kaza gelmedi. Eğer dağılsaydım bu konuda belki çok kısa yoldan bir yere dönerdik- hocalık yapmaya başladım, ama o hocalığımla, bu bürokratlığım yan yana devam etti, engellenmedi, ben de fincancı katırlarını fazla ürkütmedim ve Mecliste de iş takip ettiğim için parlamentodan emekli olanlar veya parlamentoda menfaati olanlarla çok yakın temasım vardı, o yüzden bana pek öyle şey gözle bakmazlardı, yani severlerdi ve çekinirlerdi de, çünkü bir ayağım da Cumhuriyet Gazetesindeydi. Daha İhtiyarlık Sigortası Müdürlüğünde Şube Müdür Muavini iken ben Cumhuriyette yazmaya başladım. İkinci sayfada sosyal güvenlik konusunda makaleler yazıyordum, beni teşvik eden Sait -soyadı hatırıma gelmedi- Kıbrıs’ta Türkiye temsilcisi oldu, o dedi ki: “Yahu sen niye yazmıyorsun, işte bak bu şeyleri anlatırken pekala bize dinletiyorsun bunları. Sen bunları bir kağıda dök, yaz” dedi, bir makalem çıktı, hemen telefon ettiler İstanbul’dan, dediler ki “Bundan sonra bize muntazam istediğiniz kadar Sosyal Sigortalarla ilgili yazı yazın, gönderin” Sosyal Sigortalara döndü bu sefer. Ben de kuruluştan itibaren Sosyal Sigortaların nasıl başladığını yavaş yavaş iğneler de sokmaya başladım, çünkü bir gazete makalesi kapasitesi içinde hep böyle kuru kuru “şu madde, bu kanun” diye yazarsanız pek iltifat görmüyor. Bunları ara sıra renklendirmeye başladım, tenkitlere başladım ve 100 tane makaleyi tamamladım, hatta 97 nci makalede falan bırakmayı düşünüyordum, “şuna 100 üncüyü getireyim de, hiç olmazsa şu işe bir nokta koyduğum belli olsun” dedim.

Tabii bu arada Hürriyetten, Milliyetten de talepler gelmeye başladı, o ara başımı yedim, Hürriyet Gazetesinde birinci sayfada şimdi sendikacı biri önemli bir sayfada yazıyor, o sendikacıydı, o benimle birlikte sağa sola gider, benim eşyalarımı, dokümanlarımı falan götürürdü. Bu sağlık işlerinde Sosyalizasyon Kanunu yürürlüğe girdi. Ben ondan yakaladım, çok yazdım onun üzerine, hatta bir seferinde de böyle dairede otururken o çocuk telefon etti İstanbul’dan, o zaman Hürriyette çalışıyordu, “hocam, hocam gazeteciler böyledir, işte bırakıyorlar adamı ortada, siz de coşarsınız böyle aman Türkiye’yi kurtarıyorum diye.” Ben de aynı heyecan içerisinde Sosyalizasyon Kanununun kepazeliklerini, olumsuzluklarını hepsini anlattım satır satır. Ertesi günü benim mukavelemi iptal ettiler, o zaman Hacettepe Üniversitesi Rektör Yardımcısı, zor bir ismi olan bir vatandaş vardır, belki hatırlarsınız o vardı, ama ben hiç aldırmadım.

SORU – Ne ile mukaveleyi bunlar feshettiler?

SELAHATTİN TURLA – Şimdi efendim gazete ile, bundan başka ne yapacak? Benim zaten birkaç tane işim vardı, işte sendika, bahsettim, ben çok uzun süreden beri, yani aşağı yukarı 40 seneden beri sendikalarda sosyal sigortaları, sosyal güvenliği anlatırdım, yani beni olgunlaştıran, biraz da bu kitapları yazdıran o çalışmalarım oldu. Pek umurumda olmadı, çünkü 8 inci kata çıkıyordum koşarak, koş oraya, koş buraya, işte en sonunda teklemeye başladı, ama çok üzüldüm, kahroldum. O zaman bir doçent Tevfik bey vardı, okul derme çatma bir okuldu, hâlâ zannediyorum öyle. Sağlık İdaresi Yüksek Okuluydu ismi ve bu okulda hemşirelerden deöğrenci vardı, hastabakıcılardan da öğrenci vardı, yani lise mezunuydu bu formasyon itibariyle, ama genellikle yavan bir okuldu, yani doyuramıyordum kendimi. Sosyal güvenliği zevkle anlattığınız zaman hani bazen çok iyi dinleyici bulursanız coşarsınız, bulamıyordum ve bıraktım. Ondan sonra Keçiören’de Çiftastalt’ta Sosyal Güvenlik Akademisinde 9 sene orada hocalık yaptım ve orada Sema -çok hayran kaldığım bir hanım, profesör zannediyorum şimdi- hanımın yönetiminde çalıştım, yani yönetiminde çalıştım dediğim haftada 6 saat falan derse giderdim oraya Orada da sizin huysuzluklarınız başladı. Karşınızda o tabancalılar, ülkücülerin kulübü, gelip camlara takır takır ateş etmeler falan, yani derse girdiğiniz zaman her an polisler gelir, ekip geldi, ekip gitti, yani lıer an bir merminin hedefi olmak içten bile değildi. Korktum da kaçtım değil, ama baktım huzur yok artık yani, artık sosyal güvenlik falan kalmadı, can kaygısına, o gencecik çocukların çektiği acıları bilirim orada. Sopa yiyenler, çok tatsız olaylar oldu, ama Sema hanım kadın olmasına rağmen -şişman da bir kadındı- erkek gibi dayandı. “Erkek gibi” derken, sanki erkekler de matah bir şeymiş gibi söylemiyorum. Sema hanım bu işe yardım etti ve sonuna kadar o da dayandı, böyle böyle o devreyi de bitirdik. Sema hanım sonra ayrıldı, bir yere gitti veyahut o zaman doçentti de, sonra mı profesör oldu, bir yere ayrıldı. O ayrıldıktan sonra gelenler yönetim bakımından zafiyet içindeydiler, orayı terk ettim. Dört çocuğum var, bir hanımım var, çok akıllı bir hanımdır eksik olmasın, hafızası çok iyidir.

FİLİZ AVSAR – Ben sizi muavinlik yıllarınıza geri döndürmek istiyorum. “Muavinlik yıllarında Cumhuriyette yazmaya başladım” dediniz, sizi yazmaya iten sebepler olumsuz sebepler miydi SSK’da. ııeler üzerinde yazıyorsunuz, yani dikkatinizi ne çekti de önce yazmaya karar verdiniz ve ne üzerinde yazıyordunuz?

SELAHATTİN TURLA – Ben Yüksek İktisat ve Ticaret Okulundan mezunum. Yazmaya başlarken hiçbir zaman sosyal güvenliğim Türkiye’de çok iyi olsun diye başlamadım açık söyleyeyim, daha doğrusu o zamanki sosyal güvenliği düşünürken daha çok insana emekli aylığı bağlamak, daha çok insanı tedavi edebilmenin gayreti içindeydik Bu arada yurtdışında işçi çalıştırma faaliyeti başladı biliyorsunuz, Eceviı zamanında zannediyorum ve beni 4 kez yurtdışına gönderdiler, orada Türkiye’den giden Türk işçilerinin Türkiye’deki sigortalı hizmetleriyle, gittikleri yerdeki hizmetlerinin birleştirerek kendilerine avantajlar sağlayan çalışmalar üzerine girildi Tabii evvela Almanya’dan başlandı, çünkü en çok sayıdaki işçi Almanya’daydı Bunu müteakip Avrupa ülkelerinden 8-0 ülkede, şimdi pek hatırımda değil.

Şimdi daha da çoğalmıştır ben ayrıldıktan sonra, yıllar geçti, orada sosyal güvenlik hizmet birleştirmeleri işlemi başladı ve ben sık sık dışarıya gönderildim ve dışarıdaki sosyal güvenliği de gördüm. Onu gördüğüm zaman bazı yerlerde çok utandım. Pek çok ülkede Türk sosyal güvenliğinin yarım yamalak da olsa hizmet birleştirmeleri çok faydalar sağladı, yani iki hizmetin toplamı üzerinden Türkiye’ye gelip, hayat boyunca aylık alan insanlar çoğaldı. Birincisi komşumuz var bir altta. Avustralya’ya gitti, maaile gittiler, Avustralya’da çok para kazandılar ve burada ev aldılar, fakat bir türlü emeklilik hakkına sahip olamadılar ve bütün istekleri de emekli aylığı almak idi. Avustralya mevzuatında devlet sosyal sigortaları yok, diğer ülkelerde var. Bileteral anlaşmalarda, yani tarafların hizmet toplamları işe mutlaka tarafların devlet sigortacılığıyla yan yana olduğu takdirde geçerli oluyor, aksi takdirde işlemiyor ve Avustralya’da bunu işletemedik. O yüzden gördüm ki, orada çalışanlar sosyal güvenliklerinden ancak kendi ülkelerinde ve kendi paralarıyla sağlamaya başladılar, ama ona rağmen Türk parasının dejenerasyonu, utanç veren hale gelmesi, Türk Lirasına karşı bıı ülkenin kusursuz, kabahatsiz insanlarının kuzu gibi İniyle boyunlarını eğip. Türk Lirasının düşmesini, hem de nasıl düşmesini, gümbür gümbür düşmesine seyirci kalan bu insanların çektiği acıyı emeklilik sıralarında gördüm. Bu adamlar bu kadar para yatırdıkları halde, Türk parasının mütemadiyen değerden yitirdiği için emekli aylıklarının miktarı gittikçe düştü, gittikçe düştü, halen de aynı düşme devam ediyor. Belki o yüzden, belki Türk işçi sayısı diğer ülkelere oranla Avustralya’da azdır. Onların teşebbüste bulunmaması yüzünden bu iş yürümedi, ama Avrupa’da dört nala gitti, Avrupa’nın bütün ülkelerinde Fransa. İtalya, Hollanda. Belçika. Danimarka, bütün ülkelerinden Türkiye’de geçen hizmetlerle, o ülkelerde geçen hizmetlerin birleşmesinden ötürü sosyal güvenlik sistemleri kuruldu, ama düşük, ama küçük, halâ da çok düşük olduğu söyleniyor. Bu yüzden de Türkiye’ye gelmekten vazgeçen insanlarımız var, yani şu 2 milyon insanımızın önemli bir kısmı Avrupa ülkelerinde aldıkları sosyal güvenlik gelirlerinin avantajı yüzünden Türkiye’ye gelmekten feragat edenler var, ama bu arada -anlatacağım ileride- borçlanma denen, uydurma, yüz karası bir sistem icat edildi. Sırf o ülkelerde çalışanların dolarlarının, marklarının, ecnebi paraları Türkiye’ye celp etmek için bir borçlanma sistemi icat edildi.

Daha çok tabii günler geçtikçe parlamentoya da gidip… Meclis’in içini biliyor musunuz? Şimdi Riyasetin oturduğu yer vardır, iki taraflı sol tarafla Bakanlar, sağ tarafta Hükümet mensuplan vardır ve Hükümet temsilcileri de ilgili Bakandan sonra arka sıralarda oturur. Ben devamlı olarak orada fıs fıs fıs öndeki parlamentere veya Bakana malumat verirdim devamlıolarak sistem hakkında ve orada gördüm ki. Bu sistem kapkaç bir sistem. Türk sosyal güvenliği maalesef her ülkede böyle mi bilmiyorum, çünkü parlamenter çalışmalarına girecek kadar uzun süre kalmadım, ama şu bir gerçek ki. Türk Sosyal Sigortaları her Sosyal Güvenlik Mevzuatı Meclise geldiği zaman -tasarruf taslakları- hemen ya kendilerine veya yakın akrabalarına veya çok yakın seçmenlerine kolay aylıklar getirmek için o tasarılara maddeler koyma alışkanlığı başladı ve böylece çileden çıkarıldı kanun. Kanun, ne aktüeryal yapı dedikleri, yani hesap yapısı tamamen çığırından çıktı Sosyal Sigortaların. Hesap yapısı çığırından çıkınca. Genel Kurullarda hazırlanan çalışma raporları daha ziyade kurula iştirak edenleri memnun etmek veya basına yansıdığı miktarda güçlü bir sosyal sigorta özlemi anlatmakla geçti. Aslında öyle değildi, aslında sistem gittikçe çökmeye başladı. Bunları Meclise gidip gelirken görüyorum veya bana “sus, tamam orada dur” diyenler vardı, biz bürokrattık, bize bir parlamenter “sus” derse biz ister istemez susuyorduk ve böyle böyle bu günlere gelindi, ama ben de tabii mütemadiyen işi eleştirisel taraflarına doğru yöneltmeye başladım Yalnız şunu da açıkça söyleyeyim, bu gazetelerde yazı yazarken gene de özgür şekilde mevzuatı eleştirmiş değilim, kesinlikle, çünkü bu Yazı İşleri Müdürleri veya bu gazetelerin yöneticileri eğer işçilerin aleyhine, her şey lehine olmaz, öyle Sosyal Güvenlik Kanunları geldi geçti ki. işçinin aleyhine işledi, işçi farkında bile değildi bunun, ama sonradan -tabiriyle söyleyeyim- kazığı yediği zaman aklı başına geldi, iş işten geçti, sistem dejenere oldu. Bunları yazdığı zamanlar ya orası çizilirdi ya da “hoca bu kadar sert yapma, rica ederim” falan diye telefonlar açılır, ikaz edilirdi bana, ben de fincancı katırlarını ürkütmemek için, açık söyleyeyim, ben de insanım, dört başı mamur bir insan değilim, yaptığım da bu kadar, yani günahsa günah. Böylece 100 tane makaleyi işte eğer fırsat bulur okursanız, tahmin ederim işinize de yarayabilir, ama ortada bir gerçek vardı ki, eğer bu durumlar 1946’dan, beri Sosyal Sigortaların ilk kurulduğu tarih İş Kazalarıyla Meslek Hastalıkları, Hastalık Analık Sigortaları Kanunu, 4772 Sayılı Kanunla o sene kuruldu. I Nisan bilmem kaç tarihinden itibaren de İhtiyarlık Sigortaları başladı, yani uzun vadeli sigorta kolu dediğimiz malullük, yaşlılık, ölüm sigortaları devreye girdi.

FİLİZ AVŞAR – Peki siz makalelerde birtakım sansürler olduğunu söylemiştiniz hep, hem kendinizden, hem de belki gazeteden kaynaklanan. Bugünkü konuşmanızda o sansürler devam etmeyecek diye umuyoruz biz. umarız devam etmez

SELAHATTİN TURLA –İnşallah, hep böyle ümitlerle başlanır çalışma hayatına, son sınıflar hep böyle konuşur değil mi hocam?

FİLİZ AVŞAR – O sansürleri kaldırmak için geldiğimizi düşünürüz biraz biraz. Bir de siz konuşmanızda özgeçmişinizi anlatırken “Genel Müdürlük Müşavirliğine kaçtım” diye tabir ettiniz, “çünkü kurumda çatlak sesler oluşmaya başladı” dediniz, onlara biraz değinmenizi isteyeceğim.

SELAHATTİN TURLA – Tabii, tabii. Evvela şunu söyleyeyim: Ben uzun vadeli sigorta kolunun yöneticisiydim ve çok kısa süre yorgun işleri yaptım, hemen düşünce merkezine doğru kaydını, yani ihtiyarlık, malullük, ölüm sigortalan deyince, tasarı taslaklarında yazabilen bir Selahattin Turla olmaya başladım kısa süre içerisinde, ama içimden gitmeyen, kaçamadığım bir durum vardı, arşivcilik durumu ve çok uzun yıllar Sosyal Sigortalar Kurumu arşiv derdi içinde perişan olmuştur. Önce Türk-İş’in binasını biliyorsunuz değil mi, o sokaktan girince içeriye solda, otel oldu bir zamanlar, iki tane bina vardı yan yana, ilk kuruluş oradaydı, ben orada vardım.

Doç.Dr. GÜRHAN FİSEK – Gül Palas Oteli.

SELAHA TTİN TURLA – Evet, ben orada bulunum 52’de, fakat o bina yetmedi ve tek sebebi arşivcilikti, çünkü korkunç bir şekilde, bir kartopu gibi büyümeye başladı arşiv işleri Her tescil olan, bir tescil belgesi düzenler, işe giriş bildirgesi arşivleııir falan Gittikçe kağıt depolama işimiz çoğalmaya başladı, onun üzerine şimdiki Sağlık Bakanlığının bulunduğu yerin köşesinde var ya Sosyal Sigortalar Kurumu, oraya bir bina yapıldı ve bodaım katı arşivcilere verildi. Bu arşiv faaliyeti Türk Sosyal Sigortacılığını yıkan veya yıpratan bir uygulama olmuştur uzun yıllar Size şöyle söyleyeyim: Haydar diye bir odacım vardı, minicik şöyle, arşivde fare olur tabii, kağıdı ne kadar çok toplarsanız bir yere, o kadar çok fare çıkıyor bir yerden. Fareler yemeye başladı; bir. İkincisi, kağıdın kuruma şanssızlığı var, kağıt kuruyunca elinize aldığınız kağıt toz ufak oluyor böyle zamanla, 10 sene, 20 sene. 30 sene falan düşünün. Bunları biriktirmek, muhafaza etmek çok zor, ama uzun vadeli sigortacı demek mütemadiyen bir eli bu arşivde olan insan demek ve sağlıklı olarak her belgeyi şıp diye eliyle bulup, çıkarabilen bir sistematiğe, tasnife de uyan kişi demek. Baktık ki burada olmayacak böyle, kağıt biriktir, kağıt biriktir Ondan sonra itfaiyeyi biliyorsunuz değil mi, Ankara’da İskitler’de itfaiye. Ankara itfaiyesinin tam karşısında bir bina kiraladılar, sonra satın aldılar, oraya başladık kağıtları depolamaya. Özel bir ekip kurduk, çoğu üniversite öğrencisiydi, sizin fakültelerden de çok mezunlar vardı. Bu arşivlerde üniversite öğrencileri çalışır, üniversite öğrencilerinin çalıştığı dönemlerde kavgalı dönemlerdi, siyasi olayların en had safhada olduğu devrelerdi. Ona rağmen gene faziletli çocuklarmış, demek ki o zamanın memurları kıt kanaat yaşamayı bilen kişilerdi, bir minibüs arabası kiraladık, o minibüsle sabahleyin memurları getirip, akşam da tahsil dosyalarını götürüyorduk ekip halinde. Tabii bir minibüste 10 kişi oturur, halbuki bizim minibüste 20 kişi birden oturuyordu ve iş artık trafik memurlarının da müdahalesine sebep oldu, o yüzden sorun bitmez, yani düşünce merkezi çalıştırmasını bulamamaya başladım bu ayak işlerinle uğraşmaktan. Çünkü, arşivden dosya gelmezse Ankara’da Sıhhiye’deki o binada eski Sağlık Bakanlığının bitişiğindeki binada iş yapmak mümkün değildi ve düşünün oraya Şube Müdürü olarak oturuyorsunuz, telefon çalıyor. Bakan: “Filancanın dosyasını al, gel Selahattin Turla” diyor Dosyalı almak ne demek, hemen şak diye oradan çıkarıp getirmek, araba çağırılacak, araba götürülecek Iskitler’e, oradan getirilecek, derken işin o tarafı ayrı bir dert İkinci dert tarafı da yangın olmaya başladı. İki defa, hep Allaha dua ederim, neyse bari bu binayı itfaiyenin yanında alınışız. Bir de üstelik sadece itfaiye değil, sağ taraflında kepek imalathanesi, arka tarafımda benzinlik, sol tarafımda demirciler, orada da arşiv Çok güzel bir arşivdi, kat garajıydı, aşağıdan arabaya yüklediniz mi, ta çatıya kadar çıkabiliyordunuz arabayla, ama dokuz doğruyordunuz İliç unutmam, o zamanlarda uyduruktan bir Volkswagen’im var, gece yarısı pijamalarla atlayıp. Volkswagen ile gidip damlarda fare kovladığımızı hatırlarım. Diyeceksiniz ki: „Ne münasebeti var farenin? “Efendim fareler kuyruklarından yanıyor, kuyruğu yanan fare, o duvarlar üzerinden, o kepek deposunun üzerinden koşarak bizim tarafa. Bizim taraf tamamen kağıt dolu, yani bir rezalet, hiç modem yok. bırakın modernin m’si girmedi idareye, bunu birkaç defa söyledim, yazdım, uzun, 8-10 sayfalık koca koca raporlarla yazdım. Dedim ki: “Bu iş gitmiyor, yürümüyor ve yarın büyük facialar çıkacak, hiç kimseye bir şey yapamayacak hale geleceğiz“ tabii bunun gibi daha başka şeyler de var Talebe tayinlerinden usandım, açık söyleyeyim, onun adımı, bunun adımı, şunu adamı. Hani Türkiye‘de adettir bu, hiç kimseye, hele benim gibi ara yöneticilerde adam tayini rahatlığı verilmez, mutlaka yukarıdan gelecektir, filancanın adamı, filancanın oğlu okula gidiyordur, falan. Bunlarla dolduruldu idare, ama ne oldu? Bu arada çok hakimler, avukatlar falan mezun oldu, fakat bunların Sosyal Sigortaya hiçfaydası olmadı ve o yüzden şimdi atamaya gelenler, anık eski hafızamın sağlam kısımlarını kaybettim, daha çok şeyler de var.

FİLİZ AVŞAR – Müsaadenizle arkadaşlarımın da bazı soruları olacak.

SELAHATTİN TURLA – Hay, hay buyurun. Hatta ben size şöyle hatırıma gelen sizi daha neşelendirecek konuları da söyleyecektim, kağıda yazdım, ama.

ASLI MANAP – Şimdi SSK şu anda bayağı bir kötü durumda, bunu biliyoruz, fakat buna rağmen SSK hâlâ yıkılmadı, çok güçlü bir durumu var. bu neden?

SELAHATTİN TURLA – Evet, çok önemli bir soaı sordunuz. Bakın, sallandı, sallandı, böyle tuttular, salladılar, salladılar, bir türlü yıkamıyorlar bu SSK’yı. Yıkamıyorlar, çünkü içeriden ve dışarıdan baskı var Dışarıdan baskı var, sivil sigortacılık maalesef bu devlet sigortacılığını hazmedemedi Bu, evvela hastanelerden başladı bu şirretlik, önce hastaneleri yıkmaya başladılar ki. bugün gördüğünüz o rezilane eleştiriler, hatta belki bazıları da senaryo şeklinde kamuoyuna yansıtılan konular hep şu Sosyal Sigortalar Kurumu hastaneciliği bıraksın da, kendi işi sigortayla uğraşsın, biz hastaneleri bütün levazımatıyla, trilyonlar harcandı yıllar boyu oraya -röntgeninden, çeşitli aletlerine varıncaya kadar, hastane binalarına varıncaya kadar- denildi ve oradan bazı çelmeler yapıldı. Sonra özelle, özerk karıştırıldı, bugün de hâlâ karışık halde. “Efendim Sosyal Sigortalar Kurumu özelleştirilsin” deyince, hep o öbür Sümerbank özelleştirilsin gibi geldi, halbuki Sümerbank ile alakası yok, çünkü Sosyal Sigortalarda kişinin de düşünme hakkı var, hayat boyu aidat yatırıyor, yani adam yemiyor, içmiyor, kendi nafakasından Sigortaya prim yatırıyor. Bu durumda hiç olmazsa birkaç şey söyleme imkânı verilmeli, ama gelen kurullar, hatta benim “Maslahatçı Genel Kurullar” diye bir yazım da vardır, bunların içinde rahmetli kalın kaşlı yöneticileri kürsüye getiriyorlar, “yönetime istedikleri şekilde istikamet veriyorlar, gerektiği kadar eleştiriler yapılmıyor” diye bir yazını vardı.

Bir ara artık ben bütün Genel Kurullarda bulunmuş bir teknisyendim ve hepsinde artık ne diyeceğini ve nasıl espriler yapacağını, hepsini öğrendim, ezberledim artık çünkü hemen Riyaset makamı, onun yanında da biz oturuyorduk Böyle böyle eleştirilerden de uzaklaşmaya başladı, giderek zaman zaman hükümetin gücüne göre, eğer iktidardaki hükümet. Çalışma Bakanı güçlü kişiyse fazla eleştiri istemez, ona göre eleştiriler yapılır, zati.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Yani Genel Kurulu etkiliyor bu.

SELAHATTİN TURLA – Evet efendim. Ondan sonra Çalışma Komisyonlarına genellikle beni gönderirlerdi. Çalışma Komis-yonlarındaki eleştiriler yalnız Hükümetten çatlak ses çıkmamasına ilişkin değil, bu sefer işçiler de sempatik kanunlar çıksın diye baskılar yapılırdı ve o yüzden bir Borçlanma Kanunu çıktı, yürekler açısı. Hiçbir ülkede hizmet borçlanmasına ilişkin böyle bir kanun çıkmamıştır, maskaralığın artık son haddine varıldı.

Tabii onlar da etkiledi, yani içeriden, ama yumuşatılsın, şu taviz, bu taviz, tabii milletvekili bu konuda Parlamentoya gelen tasarı taslağında bazı tavizler alırsa, sendikacı da alıyordu dışarıdan. Sendikacılar daha önceki tasarıları eleştirirken kendilerine ilişkin hükümleri getirmek temayülıındeydiler, böyle böyle özerk hale gelemedi bir türlü. Oysa özerk hale geldiği zaman işte Hükümet temsilcileri. Maliye Bakanlığı, yani diğer ünitelerin bakanlıklarıyla beraber işçilerin de temsilcileri olacaktı ve bir konuda eleştiri yapılırken sadece “aman ben nasıl kolay tekaüt olurum, işte bir daha ki sene 2 sene kaldı, 2 sene 15 gün kaldı” gibi yakıştırmalarla değil, Türkiye’nin kaderi, Türk çalışan insanının kaderi düşünülerek yapılacaktı ve bol keseden yapılan tavizler bu hale getirdi

ASLI MANAP – Peki bu gücü nereden kaynaklanıyor?

SELAHATTİN TURLA – Bu güç kendi kendine oluştu, yani demokrasi diyeceğim, ama dilim varmıyor, yani utanıyorum demokrasi demeye. İşte böyle kongreler. Genel Kurullar oldukça ve Genel Kurullarda uyuyan insanlar oldukça, o zamanlar her Genel Kurulun son kapanışında Gar Gazinosunda eğlenceler tertip edilirdi. Şimdi kaldırdılar onu dedikodu olmasın diye, yani bu tarz şeyler Sigortayı çığırından çıkardı. Bir de bürokratların da buna katkısı var, bürokrat şirin gözükmek için bu tavizi vermeye sebep oluyordu, hatta içeriden kopya verip, eğer kendisinin terfi veya statü değişikliği bahis konusu ise içeriden verdiği kopya ile o tasarı, o taslak yalıııt o mevzu, işçi meskenleri falan gibi bazı mevzular var ki, kesinlikle hukuki statüsü tespit edilmemiş, önemli bir kısmı büyük yöneticiye bırakılmış olan şeyler. Bu tavizler çökmeye sebep oldu zannediyorum.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Peki, acaba işverenlere yönelik de böyle bir şey varmıydı?

SELAHATTİN TURLA – Var. İşverenler para vermekten hoşlanmazlar, genellikle sigorta primleri o ayın en son günii yatırına adeti vardır, çirkin bir adettir, koridorlar insan almaz, falan. Hatta ertelerler bir gün sonra, bir hafta sonra, bir hafta daha, bir hafta daha gider, aynı vergi sisteminde olduğu gibi Sosyal Sigortada da böyle uygulama vardı. Yalnız kamu kesimi önceleri muntazam sigorta primlerini ödeyen bir kesimdi, sonra sonra kamu kesimi başta gelmeye başladı, çünkü baktı ki. yatırmayan, yani testiyi kıran da bir, dolduran da bir, yatırmamaya, hatta bunu faizsiz kredi olarak kullanmaya başladı kamu kesimi. Tabii o kullanınca işverenler de kullanmaya başladılar. Enflasyon dört nala devam eden bir ülkede milyarlarca lira, trilyonlarca liralık aidatları hemen bir nefeste yatırmanın ne kadar enerjik olduğunu bilmeyen yoktu.

Ben aklıma gelenleri şövle söyleyeyim mi9 Şimdi bu arşiv faaliyeti dedim, kurumu ilkel duruma soktu. Şimdi hemen aklınıza mesela şu sualin gelmesi lazım, ben sizden bekledim hep onu: “Peki bunun başka bir yolu yok muydu? Mutlaka fişler böyle elle doldurulacak, arşivlere konacak, sivil numaralarıyla milyonlarca…”

FİLİZ AVŞAR – Bilgisayar yeni çıkıyor.

SELAHATTİN TURLA – Şimdi bakın, ilk Almanya’ya gidişimde bilgisayar konusu vardı, 1962 filandı, vardı bilgisayar konusu. Fakat Türkiye’de bu konu girmedi. Bu makinelerin mübalağası üstadım büyük paralara bağlı idi, bu bilgisayar makineleri ve her mübalağa işinde bir dedikodu çıkar. Eğer bürokrat çekingense, büyük paralara imza atmaktan korkuyorsa zaman idaresinde mutlaka atlatma temayülü içindeydi. Fakat yürekliyse, yani bugünlerde gördüğümüz o tip mübalağacılardansa hemen gider alırlardı İşte o zamanlar “Reıııington Rent” diye bir makine çıktı, sonra bir tane daha var. o daha meşhur, onlar çıktı. Bu makinelere almak bayağı büyük problem olmaya başladı, hatta ilk zamanlar Avrupa ülkelerinde eskiyen, demode olan, fonksiyonunu yitiren bu makineleri satmaya başladılar kuruma ki, mesela bilgisayar dediğimiz şeyi kartotekse işledikten sonra, koridor boyunca uzun masalara bu kartları diziyorlar. Hatta hanım kızlar tırnaklarını bile keserler manikürleri kırılmasın diye, çünkü şeylerin üzerinde araştırılır hep, bir alfabetik, bir nümerik olmak üzere iki şekilde tescil vardı. Sigortalı eğer bulamazsa kartını, bütün lişi aranırdı, sıkıntılı bir işti ve bu bilgisayar işi vaktaki 90’larda artık başladı, kurum nefes aldı, ama düşünün 01.04.1950’den günümüze kadar olan süre içerisindeki tesciller ne olacaktı, yani maziye ait tescilleri bilgisayara dökmek çok zor, çünkü bilgisayar birinsan değil, yani düşünce merkezi, mantığı olan bir şey değil. Siz ona ne bilgi verirseniz, size geldiği cevap oydu, ama şimdilerde rahatlamaya başladı.

Fare hikayesini anlatıyordum, bizim odacıya her ay 2,5 lira -o zamanki para demek ki geçerliymiş- verilir, pastırma aldırılır, arşivlerdeki fareler için pastırmalar kapanlara kurulur, düşünün yani ilkelliği, böyle yürür mü bu sistem? Bir yerde çatlak verecekti tabii, verdi nitekim de. Odacı Haydar bayağı mevki yapmaya başladı. Haydar deyince “ha, o fare tutan” derlerdi, onun görevi vardı yani.

Sosyal güvenliğin tanımı konusunda tereddütler ortaya çıktı, sosyal güvenliğin tanımı deyince, beleşten aylık alma gibi zihniyete doğru kaymaya başladı uygulama. Size geçen sefer gelişinizde arz ettim, yani sokakta gezerken hani o Kızılay’da köprü üstü geçişler var ya, üstgeçitler, orada kadın oturmuş, yanında da çocuk, dökmüşler yere bozuk paraları, derdim ki içimden: “Yahu bunda hiç kafa yok mu? Sigortaya gitse de, bu sigortalı olsa, hayatı boyunca aynı kalacak” bu kadar bedava bir sistem var, hiç zahmet çekmeden, yorulmadan, bu hale geldi sistem.

Önce 01.04.1950 ile başladı İhtiyarlık Sigortası ve 1 sene çalışana aylık bağlamaya başladık. Sebebi cazibeyi artırmaktı, sigortaya karşı sevgiyi, saygıyı artırmaktı, Bağ-Kur’da da aynı uygulamayı yaptık. Onun teknisyenlerinden biri de benim, belki de onun için batıyor, o da yakında batar. Selahattin Turla yardımcı olduğu için. Önce 5417 sayılı o İhtiyarlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girdi, hakikaten çok kişi aylık aldı ve milletin gözü açılmaya başladı, “ha, demek ki sigorta…” diye. Normal şekilde para verenlere, gittikçe gittikçe tadillerle bu süre uzatılmaya başlandı ve bugün de pek uzanmış değildir, bugün emekli aylığı alan kişi 25 sene sigortalı olduktan sonra 5 000 günden aylık almakta. 5 000 gün, 13 sene 10 ay 20 gündür tam takvim gününe böldüğünüz takdirde. Oysa 25 yıl derken fiili çalışılan 25 değildir, aradaki boşluklar da sigortalılıktan sayılır, çünkü Sosyal Sigorta Mevzuatında sigortalılık süresi full çalışılan süre değildir Lütfen şuna dikkat edin: İlk defa sigortaya tabii işe giren kişi tescil edilip, bir gün çalışsa, ondan sonra ayrılsa askere gitse, gezmeye gitse. Avrupa’ya gitse, 10 sene idarenin semtine uğramasa, 10 sene sonra gelse, tekrar sigortalılık olsa, bunun sigortalılık hizmeti o 1 bir yüzünden bilmem kaç senesine iner. Yani bu kadar bedava aylık sistemi hiçbir yerde yoktur.

İkinci uygulama 4772 ile -işte biraz evvel arz ettim- İş Kazaları Meslek Hastalıkları Kanunu’yla başladı. İş Kazaları Meslek Hastalıkları, Hastalık ve Analık Sigortası Kanunu. Maalesef bu da gerektiği kadar işlemedi. Sebebi İş Kazaları Meslek Hastalıkları bir sembolik, göstermelik kanun olarak kaldı, yani kaza olayları işverenin lâkaytlığı yüzünden veya idarei maslahatı yüzünden, “aman mesele çıkmasın, külleyin” anlayışı yüzünden. Ben hep acı taraflarını söylüyorum, ama bilhassa bunları söylüyorum. Bu yüzden İş Kazaları Meslek Hastalıkları bir sembol olarak işte seminerlerde böyle anlatırlar. Hele bir doktor hanımımız vardır. Şule Ilıcak Şule hanım ezeli olarak anlatır bunları hep. Ama bu kanun göstermelik bir kanun olmaktan ileri gidemedi. Onun da nedenleri var gayet tabii, bir defa “kaçma, karışma, çalışma” diye bir şeyimiz vardır ya, şimdi ben yedek subaya gittiğim zaman duvarlarda -o zamanlar öyle sloganlar yoktu, biz daha masum kişilerdik- “kaçma, karışına, çalışma” derlerdi, öyle bir yazı vardı. Biz öyle, çok çalışan, çok yat kalk talimler yapan insanlardık, ama böyle muzır şeyleri düşünmezdik O yüzden kaza olaylarının masraf cephesi kaale alınmadı hiçbir zaman. Çok iyi hatırlarım seminerlerde ben iş kazaları sigortasına çok daha ağır yer vermeye başladım o zamanlar, çünkü renkli bir konuydu ve dikkati çeken bir konuydu, örneklerim, eşantiyon vakalarım çok canlıydı. İhtiyarlık, malullük, ölüm sigortaları monoton bir sigorta konusu, anlat anlat aynı şeyleri, halbuki iş kazalarında öyle değil, kaza olaylarının tarifinde kişiyi bayağı düşündürürsün, yani ilkokul mezunu olsa bile gene de kaza olayı karşısında adama düşünce payı bırakıyorsun O yüzden kaza olayında beşeri kaygısızlık hakimdi, yani aynı makineyi kullanın. 3 kişiden biıi kazaya uğramışsa. 2’si “ben o sırada tuvaletteydim, şuradaydım, buradaydım” gibi yalanlarla olayları kamufle ettiğini, tabii bu işverenin de yardımıyla kangrenleştiğini çok gördüm, çok gördüğüm vakalar oldu, ama bir ayak gitti, bir kol gitti, hayat boyunca sakatlık, topallık veya ölüm vakaları hep gördüğümüz olaylardandı.

5502 Sayılı Hastalık Sigortaları Kanunu 52 yılında yürürlüğe girdi, o tarihe kadar İş Kazaları Meslek Hastalıkları, Hastalık, Analık Sigortası Kanununda yürüyen işler, bu sefer müstakil hale bölündü, İş Kazaları Meslek Hastalıkları ayrı. Hastalık, Analık Sigortaları ayrı olarak uygulanmaya başladı ve o tarihten sonra Hastalık Sigortaları Kuruluşu daha güçlendi “Daha güçlendi” derken, hemen hemen Türkiye çapında konuşulmaya başlandı ve binlerce kişi bu sefer bu tarafa kâr geçirme kaygısı yürütmeye başladılar. Geçici iş görmezlik ödenekleri geçim kaynağı olmaya başladı. Viziteye çıkan sigortalı o süre için geçici iş görmezlik ödeneği de almak için özel formüller icat edilmeye başlandı. Tedavi kadrosu, yani hekim kadrosu -açıksöylüyorum- bu konuda ciddi bir çalışmaya girmedi, vardı tabii, herkesi bu konuya dahil etmiyorum, içinde ne vatan sevgisi olan, ne işçi sevgisi olan yahut anası babası işçi olup da, onların ızdırabını yakından gören çok hekimimiz var, bu da bir gerçek, ama buna rağmen para, para, para sistemi hakim oldu.

Muayenehaneden geçmeyen hasta Sigorta Hastanesinde üvey evlat muamelesi görmeye başladı. Bunun gibi çok yaralı tarafları var, ben söylediğim zaman çok acı söylüyorum bu taraflarını, onıııı için söylememeyi tercih edeyim, burada bırakayım bunu

Doç.Dr. GÜRHAN FİŞEK – Peki Tam Gün Yasası fayda sağladı mı bu yönde?

SELAHATTİN TURLA – Hayır, Tam Gün Yasasının SSK’ya hiçbir faydası olmadı. O Sağlık Bakanlığına bağlı ünitelerde uygulandı, ama bunun yanında çok başarılı hekimlerin hikayeleri yazıldı, okundu Nitekim Numune hastanesine ait gerçi şu Ankara’daki çok başarılı yönetim hikayelerini ben de dinledim, hatla gittiğim zaman gördüm de, ama buna mukabil çok feci hastanelerde vardı. Mesela bir pratisyen hekimle Van’da gölün kenarında bir hastane var, bir tanecik pratisyen hekim koca hastaneyi idare ediyor. Neyse, oralarına girmeyelim.

BÜLENT ……………. – Ben bu hastanelerin işleyişiyle ilgili bugün için bir şey sormak istiyorum.Mesela hastanelerde bugün çok basit tahliller olmasa da, mesela bir MIR, tomografi, nükleer laboratuvar tahlilleri gibi tahliller hep dışarıyla anlaşmalı olarak yapılıyor, özelde yapılıyor, halbuki SSK’nın bunu yapacak gücü var, değil mi? Yani mesela SSK’da bildiğim kadarıyla personele bir de kâr payı dağıtılıyor, döner sermayeden kâr payı dağıtılıyor ve bu kâr payı dağıtılmadan önce aslında sağlık teçhizatının tamamlanması ya da yenilenmesi gerekiyor, kalanın kâr payı olarak dağıtılması gerekiyor. Ama bugün SSK’da. hastanelerde baktığımız zaman mesela bir doktor 60-70 milyon döner sermayeden kâr payı alıyor, ama yenileme veya teçhizat alma, hiçbir şev yok.

SELAHATTİN TURLA – Şimdi beyefendi, kusura bakmayın, benim kişisel görüşüm bu. Sizler farklı düşüncelere sahip olabilirsiniz, sosyal güvenlik devlet eliyle yapılırsa eğer tadına varılır ve gerçekten doğru bir istikamete gidilir, askeri müşterekte söylüyorum, ama sosyal güvenliği özele doğru kaydırdığınız zaman, -işte sizin dediğiniz gibi- kiralık makineler yahut şurada burada sipariş, hatta -söylemeyiyim de isim belli olmasın- filanca hastaneninhekimi bir makine almışlar, o akıllı makinelerden, tomografi mi diyorsunuz, ondan, adam böyle para makinesi gibi bitiyor. Fakat birisi kamış koymuş işe, müfettişler gitmiş, bir gün ben dersteyim, kapıyı çaldılar, usulca “Selahattin bey sizinle bir mesele görüşeceğiz” dediler, çıktım dışarıya, anlatıldı, “hikaye böyle böyle” Tabii anlatan kişi Ankara’yı, yani Teftiş Heyetinisorumlu tutuyor, hatta personeli sorumlu tutuyor, kızıyor, bağırıyor, çağırıyor, çünkü yatırımyapmış oraya, muazzam bir makine alınış, böyle böyle akıyor para sizin söylediğiniz gibi. “Ne olur bunu Ankara’ya gidince söyler misiniz? Biz burada iyi niyetliyiz, bu vilayeti bu konuda teknik olanaklardan mahrum etmek istemedik, biz buraya yatırım yaptık” falan. “Ben böyle işlere karışmam, benim konum bu değil bir defa, ama gittiğim zaman bir danışayım” dedim, gittiğim zaman bir sordum ki. dediler ki: “Sakın ha. o böyle böyle” bunu adet haline getirmiş, her makinede falan. Devlet dedim, bakın sosyal güvenliği devlet kurar, tamam, şahıs kuramaz. İşte şahsın kurduğu özel sigorta şirketlerinin akıbetini görüyorsunuz, hepsi yiizkarasıdır, çoğu iflas eder, ödediği aidatları toplayamaz, vesaire.

İkincisi; kurar, şeyi yaşatır, bu da önemli, onun için devlet katkıda bulunacaktır, gayet tabii. Özel şahıslar bunu yapamaz, yine devlet kurar, bunu yaşatır, finanse eder, dünyanın her tarafından “sosyal sigortacılık” dendiği zaman ortaya bir devlet katkısı vardır. Bugün Almanya’da da var bu katkı, öbür ülkelerde de var hepsinde, az veya çok, ama akıllı, rasyonel katkılar var, yani bunu bir çiftlik haline getirmek değil, gerçekten bu kuruluşları rasyonel hale getirip, herkesin sosyal güvenlikten yararlanabilir haline getirmek var Örneğin; Sosyal Sigortada “teşmil” dediğimiz, yani yaygınlaştırma maalesef 1998 senesinin bilmem kaçıncı ayındayız, hâlâ teşmil edilemedi, yok. Çünkü, idari maslahat var, çünkü sigorta müfettişi geldiği zaman tuvalete gizleniyor işçi, çünkü işçi çarşıya gönderiliyor, işçiye çırak muamelesi değil de, ustasının elini öpmeye gelen hemşehrisi muamelesi yapılıyor, bunları hep gördük, yaşadık bunları. Sigortadan adam kaçırmak için her türlü olanağı kullandılar, hâlâ da kullanıyorlar, hâlâ böyle piyasada çalışan kişiler, sigorta işlemleri yapan kişiler sigortadan adam kaçırmanın yollarını öğreten bir sisteme sahipler.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK Babadan oğula mı geçiyor acaba böyle, telkinler falan?

SELAHATTİN TURLA – Sonra efendim genç yaşlarda -işsizlik oranı çok yüksek olduğu için- bunu düşünemiyorlar Sizin bir kariyeriniz var. Üniversite mezunusunuz, statünüz belli, ama düşünün ilk defa askerden terhis olmuş, gelmiş bir kişi iş ararken “sigortalı olsun”diyecek takati yok artık, “aman ben başımı sokayım da bir yere, ne olursa olsun, hele önümüz uzun, hele böyle de beleş bir emeklilik sistemi olduğu için, bir de onu değiştirmek için kanun değiştirme tasarısı Parlamentoda. Bu sistem de yürürlükte olduğu için ileride bunu yaparız” diyorlar.

BÜLENT ………….. – Bir şey daha söylemek istiyorum, “SSK ile Bağ-Kur’da yer aldım”dediniz, Bağ-Kur’la da işiniz olmuş, şimdi SSK ile Bağ-Kur’u karşılaştırdığımız zaman, bugün için, bugünün verileriyle karşılaştırıyorum, mesela SSK’da ilaç konusunda miihadil ilaçlar yazılıyor, yani belli bir listesi var, piyasadaki en ucuz ilaç ne ise onu yazıyor. Bağ-Kur öyle değil mesela. Bağ-Kur pahalı ilacı da yazabiliyor, ucuz ilacı da yazabiliyor, Bağ-Kur’da öyle bir kısıtlama yok, eczanelerle aynı şekilde anlaşmaları var, Bağ-Kur’un durumuna bakıyoruz, SSK’ya bakıyoruz, Bağ-Kur daha iyi bugün için.

SELAHATTİN TURLA – Şimdi Bağ-Kur’da da var bu sistem, şuradan geliyor bu sistem: Türk sosyal güvenliğinde ilaç bir listeye tabii, mutlaka belli bir listeden ilaç söyleniyor, ama bu liste deyince hemen umumi, otursun da şu masaya, “şu Aspirini de yaz, hayır. Aspirini çıkar bu sene de, onun yerine Novalgine yaz” bu böyle değil Dünya Sigorta Hekimleri Konferansı toplanıyor belli sürelerde. Bunlar Dünya Sigorta Hekimlerini hangi ilaçlan listelerine alacaklarını ki, bunlar genellikle harcıalem ilaçlar, yani çok az kullanan, nadide, pahalı, kız doğurmak, oğlan doğurmak gibi ilaçlar değil yahut kısırlığı önleyen falan değil, bunlar hayati önemdeki ilaçlar. Şimdi baştan çok geniş tutuldu, liste çok geniş tutuldu, fakat ben kurumun çok eskisi olduğum içiıı bunları yaşadım. Müfettiş dosyalarında genellikle ilaç suiistimalleri had safhaya çıktı, kişi ilacı alırken kaynanasının ilacını da yazdırmaya başladı. Eczane şirin görünmek için, eczaneler bu konuda cömerttir, çünkü eczacı da avantaj sağlıyordu bu konuda Binaenaleyh sistemin dejenerasyonu biraz da kullanan kişilerden, yani hani gördüğünüz gibi hep eleştiri yapıyormuş gibiyim, ama bunun içinde hiç böyle iyi olanlar yok mu? Var, işte benim kızım F-16 uçak fabrikasından çalışıyor 8-10 seneden beri, o bir defa olsun gidip kuaımdan ilaç almamış, ama dünya kadar ilaç parası veriyor, hastalık sigortasından prim veriyor, çünkü maaşı yüksek ve dolayısıyla prim ödüyor, bir defa da gidip bir Aspirin dahi almamış. Şimdi böyleleri de var, yok değil, ama öyleleri de var ki. bu ilaçları alıp, hemen sağ kapıda, şimdi Numune Hastanesinden aşağı doğru inin ve ilaç spekülasyonunun, ilaç suiistimalinin en güzel örneğini oradaki eczanelerde göreceksiniz, eczacı, eczacı, yan yana…

BÜLENT ….. – Peki bu suistimal nasıl önlenir, neler yapılabilir?

SELAHATTİN TURLA – Bu konuda çok uğraşıldı, evvela tahdit getirildi, liste getirildi. Listeyi yazarken o listeye bakılacak, ama bu sefer de doktorlar sinirlenmeye başladılar, çiinkii her hekim oturup, hastalığı teşhis ederken, reçeteye yazarken, bir de “şu listeyi getirin, şu var mı orada?” hadi, çevirip, bir de o var mı diye başladılar, buna sinirlenmeye başladılar. İkincisi; dediler ki: “İnsan sağlığı bu kadar ucuz mudur9 Yani, bu ilacı kullan, o ilacı kullanma.” Kim kullansın? Onu parası olan kullansın dışarıda. Aşağı yukarı şimdi yapılan da o yani, hatta şimdi mesela 6 ay, I sene sonraya röntgen sırası alanlar var, biliyorsunuz o akıllı makineler, ben de hastalıklarım dolayısıyla Gazi Üniversitesine gidiyorum, o kadar çok akıllı makine var ki, bunlara para yetiştirmek imkânı yok, yani mümkün değil.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Yalnız pahalı ilaç iyi ilaç demek değil, yani pahalı olması iyi olmasını gerektirmiyor. SSK eczacılarına şöyle bir olanak tanınıyor; benzerini verme hakkı. Şimdi kurum yapıyorsa kendi ilaç fabrikasında, benzeri daha ucuzsa, çünkü ilaç piyasasında bir sürü hoş olmayan farklılıklar, üç kağıtlar var, onu ayarlamak bakımından diyor ki:

“Benzerini verebilir ancak” bir kısıt daha getiriyor, mesela diyor ki ,“Bu antibiyogram olmadan ya da pratisyen hekim reçetesiyle olmaz, uzmanla olur” yani birtakım kısıtlılıklar getiriyor, bunu aslında savunma mekanizması diye görmek lazım.

SELAHATTİN TURLA – Yani yokuş getiriyor, getirmiyor değil. Hatta gelip de kuyruğa girmesi, sabahtan akşama kadar bir gününü ilaç almak için orada ziyan etmesi bile bir tahdit.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Benim zaten söylemek istediğim, bu ilaçların ucuz verilmesi normal olanı, yani ucuz bir liste belirlenmesi, normal olanı da bu, ama Bağ-Kur bunu aşmış mesela. Bağ-Kııı pahalı ilaç da yazabiliyor, SSK’da bu imkân fazla değil.

SELAHATTİN TURLA – Gene var o tahdit, hatta şöyle söyleyeyim ben size, daha canlı olarak: Hastalık sigortalarında ilaç bir üsteye bağlıdır diye şu kanunda da var, aynı hükmü Bağ-Kıır da benimsemiş, ona da koymuşlar. Yalnız Emekli Sandığında yok. Allaha şükür yok, eğer olsaydı ben hapı yuttum demekti, çünkü her ay aldığım bir iğne var. 70 milyon lira, yani sosyal güvenliğin ne nimet olduğunu 71 yaşında öğrendim. Hakikaten eğer böyle bir şeyolmasaydı ben çoktan mezar taşı olmuştum, ama Bağ-Kur’da da. içinde de var. Yalnız beyefendi, mesele o değil, suiistimal var. Bir köyü halkı bir sağlık karnesiyle Bağ-Kur’dan ilaç alıyor, düşünün yani onu

BÜLENT – Bugün Bağ-Kur sanki onu biraz düzeltti, yalnız SSK’da hiçbirdüzelme görülmüyor, Bağ-Kur biraz daha düzeltmiş gibi görünüyor bugün için.

FİLİZ AVŞAR – Ama her zaman SSK daha iyi görünür yani SSK’nın verdiği emekli maaşları da her zaman daha yüksek olur, Bağ-Kur’un çok komiktir yani.

BÜLENT – Daha yüksektir, ama Bağ-Kur eczane ile ilişkilerini sanki biraz dahadüzeltti. Bıı denetleme olanakları daha fazla oldu gibime geliyor, ne diyorsunuz?

SELAHATTİN TURLA – Şimdi biraz da sizi neşelendirmek için söyleyeyim, şimdi bakın. Parlamento üyeleri Sosyal Sigortaya tabii olmak istemişlerdir, ısrarla, tali tasarılarımızı Meclise götürdüğümüz zaman bu madde konulmuştur. Hemen diyeceksiniz ki: “Efendim, yani demirci, kömürcü sosyal güvenliğe sahip olsun da. Parlamento üyesi niye sigortaya tabii olmasın?” Doğru, çok mantıklı, çünkü herkes sosyal güvenlikten yararlanacaktır diye 506 Sayılı Kanunun 1’inci maddesinde giriş var “Herkes” tabili içerisine talebe, okuyan, okumayan, küçük çocuk, buyuk. yaşlı, kadın, erkek, herkes giriyor, girmesi lazım daha doğrusu, yani Parlamento üyeleri de bıı kapıdan yararlanarak Bağ-Kur’a girmişlerdir. Tam o girmiştir, arkadan avukatlar da başlamıştır avnı baskıyı yapmaya. Bilmiyorum içinizde avukat olan arkadaşımız var mı, rüzgâra karşı durmayalım.

Avukatlar,1136 Sayılı Avukatlık Kanunu ki. Benim elimden geçen bir tasarıdır, yani katipliğini de o zamanlar ben yaptım, Faruk Erem, bu ismi tanıyor musunuz? qBelki duydunuz, eski hukukçu. Cumhuriyette de yazar, Türkiye Barolar Birliği Başkanlığını yaptı uzun süre, tatlı bir adamdır, yani dinlediğiniz zaman hayran kalırsınız. Faruk Erem, avukatların da sosyal güvenliğe sahip olmaları hakkında bir tasarı hazırladı. Tasarının Parlamentoya gelişinde Reisicumhurun Hukuk Müşaviriydi Faruk Erem. Onun için içeriden de baskıyı yaptı, ben de dışarıdan, kurumdan katılıyorum Bir nün komisyondan oturuyoruz, milletvekilleriyle tartışıyorlar, o sırada bu zat “ah efendim biliyor musunuz, avukatlar ne kadar sıkıntılı durumdadır, kimisi ölüyor, cenazeleri bile gömülemiyor parasızlıktan” şimdi bu tabir, hukuktahsil etmiş olan bir kişinin bu derece aç bilaç olmasına imkân verir mi, hiç olacak şey mi? Tabii avukat olduğu için ve ağzı da iyi laf yaptığı için hocanın, bunu anlattı, etti altında bıraktı, kanun umumiyetle kanunlaştı Arkadan başladı avukatlar talepte bulunmaya sıra sıra. Avukatlar da bu sefer Sosyal Sigortadan, hem de nasıl Sosyal Sigortadan?

Şimdi bakın, şu beyefendi arkadaşımız işçi statüsünde olsun, maden işçisi olsun, 40 yaşında maden işçisi olsun. 40 yaşından bu tarafa yıllarca prim ödesin. Sandığa, o sigorta idaresinin mali bünyesini oluştursun hiç yardım almadan, öbür taraftan 60 yaşında bir avukat 1,5 metre kalmış musalla taşına, gelsin buradan bu delikanlının primlerini alsın götürsün.

Yani sistem bir defa mutlak surette katılıma katkı suretiyle, yani prim ödemek suretiyle yaşayan bir sistem, dünyanın her tarafında böyle, yani bu bir “Hilali Ahmer” ini derler, sevenlere vardım etmek gibi bir sistem değil bu. Bu sistemde bir taraftan prim vereceksin, öbür taraftan yardıma hak kazanacaksın, ama avukatlar sisteminde maalesef bu cennetlik kişiler tepeden inme olarak gelmişler, bütün avanta, hatta bir kısmı bir sene sonra emekli aylığını alıp, çekip gitmiştir, hayatı boyunca da aylıklarını almışlardır.

FİLİZ AVŞAR – Ve sonra çocukları.

BÜLENT …………………. – Parlamentoyla ilgili bir şey söyleyeceğim, milletvekilleri de meselakapsam içerisine alındı, bir rezaletler çıktı biliyorsunuz bunların ne kadar yararlandıkları rakamlarla. Peki bunun bir sınırlaması yok ıııu? Tamam, kapsam içerisine milletvekilleri de alındı diyelim, ama bir sınırlama konması gerekmez mi?

SELAHATTİN TURLA – Şimdi efendim, o konu bir dert, çünkü üç defa Anayasa Mahkemesine girmiş, üç defa reddedilmiş olduğu halde, ertesi günü, hatta bazen gene aynı kanun hiç değişiklik yapılmadan ikinci defa sevk edilmiştir. Bunlar beleşçiliğe alıştı beyefendi, bunlar kolay emekli olmaya alıştılar. Şimdi milletvekilisiniz değil mi, diyelim ki 1’in 4’ünden –1’in 4’ü demek, en son tavan rakam demek–emekli oldunuz, aradan bir süre geçti, milletvekilliği hevesiniz depreşti, olanaklar da yardım etti ve milletvekili seçildiniz, Parlamentoya geldiniz, ilk yapacağınız iş ne biliyor musunuz? Hemen koşa koşa Meclisin personeline gitmek, aylığı durdurma. Neden? Çünkü, milletvekillerine bağlanan aylık öbür aylıklardan yüksek, o olacak ki ayarlama olsun. Sistem bu, o kadar kapkaç, o kadar üçkağıtçı sistem ki, bunu anlatmaya diliniz varmaz.

Şimdi bakın size bir örnek daha söyleyeyim, bu 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu Parlamentoda, gece yarısı oldu, saat 2 falan, biz Meclisteyiz, komisyonlardayız, maddeler müzakere ediliyor, artık kaçışan kaçıştı, ama bizler hükümet temsilcisi olduğumuz için kaçamadık Bir ara tuvalete gitmem gerekli, olur ya insan bu, tuvalete gittim, arkamda birisi bekliyor, boşta kabinler var, Allah Allah eliyorum, gözümün ucuyla da takip ediyorum, ben daha döndüm, dedi ki “Beyefendi sizden bir şey öğrenmek istiyordum” dedi, “olur, ben biliyorsunuz hükümet temsilcisiyim, parlamenter falan değilim burada” dedim, “olsun, siz zaten bu işleri biliyorsunuz” dedi Çünkü o gelmiş arka sırada takip ediyor işleri, bizim de vırt zırt konuştuğumuz gördükçe beni bir şey sanmış orada, “bu konuda, avukatlar konusunda şu madde, şu madde hatalı ele alınmış, onu söylesek” dedi ve söylediği şeyler tamamen kanundaki kapkaççılığa, üçkağıtçılığa imkân veren talepler. Dedim ki “beyefendi biz burada teknisyeniz, teknisyen biraz da kurumun menfaatini düşünen insan demektir Sizler zaten kendi imkânlarınızı sağlamışsınız. Şu Parlamentoya bir kanun getirirsiniz, isterseniz bütün maaşların hepsini birden siz alabilirsiniz” fakat dışarıya çıktığını zaman kahroldum. “Ben de avukatım” mı dedi, onun gibi bir şey dedi de, hayretler içerisinde kaldım. Talep bu, sistem böyle işliyor

BÜLENT ……… – Yani SSK denetimini yapamıyor değil mi? Özellikle Meclis üzerindedenetim diye bir şey yok.

SELAHATTİN TURLA – Maalesef yok, ama insanın yapısında var. Bir sene Turhan Esener. bu ismi duydunuz mu? Duydunuz, hatta Çalışma Bakanlığı falan da yaptı, şimdi Boğaziçi Üniversitesinde hoca, öğretim üyesi midir nedir, yani yaş haddini aştı bunlar da, yaş haddini aşanlar şimdi orada istihdam ediliyorlar. Çalışma Bakanıyken bir gün beni çağırdı, dedi ki: “Biz Boğaziçi Üniversitesinde çalışanlar, personel memur olmak isteyenler var, gençler, biz bunları memur yapmak istiyoruz, ama aynı statüyle sigortalı da olabilirler isterlerse, hangisi cazip? Onları tavsiye edeceğiz, sen Emekli Sandığından –orada da bir Şube Müdürü vardı, sonra Müdür Muavini oldu– onu da al yanına, İstanbul’a gidin, sizi orada ağırlayacaklar, karşılayacaklar, onları dertlerini bir dinleyiverin” dedi “peki” dedik, gittik. 2 gün bunlara seminer verdik, bir arkadaş konuştu, bir ben konuştum, o Emekli Sandığını anlattı, ben Sigortayı anlattım, anlattık, anlattık, akşamına kokteyl verildi, yani artık hep sigorta, sigorta yoruldunuz da. onun için böyle lafı dağıtıyorum Boğaziçi Üniversitesi nefis bir yer, yani orada okuyup da, oradan mezun olan insanın cenabı Allah’ın en sevdiği kullarından biri, sabahleyinuyandım, önümden şöyle bir direkt geçiyor, şaşırdım evvela, şöyle bakındım, şurada bir piyano var eskiden kalma. Allah Allah acaba sünnet filan mı olduk, insan böyle bir salonda. Biraz daha kalktım, vapur geçiyor aradan, direk onun direği. Boğaz, nefis canım. Ondan sonra kahvaltıya indik, papyonlıı personel hocalara hizmet ediyor, gayet güzel, “aman ne güzel üniversite, bütün üniversiteler acaba Türkiye’de böyle mi oluyor?” dedim. Dediler ki: “akşama kokteyl var, siz de davetlisiniz” dediler, “peki” dedik, gittik. İşte kadın erkek toplanmışlar, hatta hiç unutmuyorum, yaşlı hanımlar vardı. O zamanlar belki benim de kızlarım var, 3 kızım var, yani kız sayısı çok olan bir evdeyim, kolyeyi tekrar tekrar kolye takmış boynuna, şuraya kadar kolye, yaşlı bir hanım. Meğer bunlar. Almanlar varmış o zaman bu ünitede. Almanlardan ücret alıyorlarmış, onlar da bu üniversiteyi göttirüyorlarmış, ama çok güzel, güzellik yarışmaları falan oluyor, merdivenler koymuşlar, kızlar güzellik kraliçesi seçiliyor, erkekler seçiliyor falan, böyle bir üniversite. Hiç benim mantığımın o klasik üniversite düşüncelerimin uymadığı bir yer. Sonra birisi geldi, yaşlı, böyle kolyeli. kolyeli. dedi ki: “Efendim, biz sizden bir şey öğrenmek istiyoruz, biz Almanlar zamanında geldik buraya, bizim yüksek tahsilimiz yok” dedi, hoppala, üniversitede hoca statüsünde, yüksek tahsili yok. “Teknisyen falan mısınız?” dedim, “hayır, biz hocayız. Bizim istediğimiz burada Emekli Sandığını mı tabi olalım, yoksa Sosyal Sigortayla mı ilgilenelim? Bu bir avantaj meselesi oldu, bize bu konuda bilgi verir misiniz?” dedi, tabii bunu söylerken etrafıma diğerleri toplandı, bazılarının sigortalı olması hakikaten kârlıydı o zamanki statüye göre, çünkü Almanlar çok para veriyorlardı ve kazançlar tavandan ödendiği için yaşlılar da bunlar, bunların emeklilik gelirleri daha yüksek oluyordu, ama bir kısmında gençler vardı, onların Emekli Sandığına tabii olması daha avantajlıydı. Sonra düşündüm, bakın bu hale gelmişler, yıllardan beri bu nniessesede çalışıyorlar, gene şahsi menfaatler her şeyin üstünde geliyor, yani tatmin olamadan ayrıldık oradan ve geldik.

Şu borçlanma meselesini de anlatayım. Şimdi bu kurumu batıran –”kurumu batıran, kurumu batıran” diye hep söze başladınız, o bakımdan kafamı oraya taktım– sebeplerden biri de borçlanma denen bir müesseseyi icat etmeleri. Şimdi genellikle sigortaya tabii olan kişiler yaşlarıyla mütenasip ve kazançlarıyla mütenasip prim yatırmak suretiyle avantaj sahibi olurlar diğer sigorta kollarında. Bazı kişiler de -işte biraz evvel söyledim. Parlamentoda olanlar- hiç bir şeye tabii olmamışlar. Ne Emekli Sandığı, ne Bağ-Kur. Ne Sosyal Sigorta, hiçbir şey yok, bunlar seçilmişler, gelmişler doğrudan doğruya. Tabii gelince, konuşmalar geçince bakmışlar ki, biz Sosyal Sigortalar, kolay emekli aylığı sistemi var, “yahu biz de olalım” demişler. Bu seferkomisyonlara notlar gelmeye başlar, pusulalar gelir, dışarı çağırılırız, “yahu bakın, işte bizim filancanın da sosyal güvencesi yok. şuna da bir madde koyuverelim de şuraya, filancaya da…” “canım koyalım, ama bu külfet, nimet mukabili, yani siz bir prim ödeyeceksiniz, bunun karşılığında vardım alacaksınız, yani burası öyle Yardımseverler Derneği Cemiyeti değil, doğrudan doğruya havadan para veren bir kuruluş değil”, “e canım işte idari ediverin” O içeriye girer, o çıkar, bu çıkar, derken tabii sivri akıllı dolu, bizler de küçük bürokrat olduğumuz için bunlara madde koydururlar O kadar münasebetsiz maddeler vardır ki. Mesela 3 maddelik bir tasarı getirilmiştir, sigortanın assenismanı. yani güçlendirilmesi hakkında getirilen maddenin en sonunda münasebetsiz bir fıkra görürsünüz, işte “şu durumda olanlara -duamı da zaten iyi tarif edilir- olanlara aylık bağlansın” Bakıldı ki bu işten kurtuluş yok. kurum yöneticileri toplandı, bu işten kurtuluş yok. Ne yapalım? Bari bir borçlanma sistemi çıkartalım, bunlara toplu, maziye ait ödemedikleri primleri tahsil edelim, ondan sonra aylık bağlayalım ve bir süre tanıyalım bunlara Enflasyonist ekonomilerde bu kabil borçlanma hükümleri devamlı olarak sigortanın aleyhinde işler, çünkü para kıymetten düşüyor mütemadiyen, siz istediğiniz kadar ondan para tahsil edin, aradan birkaç sene geçtikten sonra bakıyorsunuz ki. o tahsil ettiğiniz para, o herifin emekli aylığı değil, daha küçük bir ihtiyacını bile karşılayamaz hale geliyor Bu yüzden prim aidatları yükseldikçe, borçlanma miktarını da artıran bir sistemi getirdik, fakat bu sefer yurtdışında çalışan işçiler başladılar “Yurtiçinde btınıı yapıyorsunuz da. bizler bütün tasarruflarımızı Türkiye’ye gönderiyoruz, unlar iyi yaşasın diye” laf. dümen o, çünkü artık göndermiyorlar, onun da araştırmalarını yaptık. Artık göndermiyorlar, yurtdışındaki bankalar veyahut diğer finansman işini yürüten üniteler Tüıkiye’dekilerden çok daha istikrarlı yardımlar yapıyorlar ve borçlanma konusu böylece gündeme girdi.

Arkadan artistler çıktı ortaya, artistler giyinip, süslenip, püslenip Ankara’ya ziyarete başladılar, her gelişlerinde hiç aidat ödememiş olan sanatçılara borçlanma yapmak suretiyle aylıklar talep edilmeye başlandı. Sık sık görüyorsunuz televizyonlarda filan, işte filanca çıktı, “aç kaldı, hiç parası yok” falan. Gayet tabii bir ülke sanatçısı. Atatürk’ün çok güzel sözleri var bu konuda “Sanatçısını korumayan bir ülke her yönden düşmeye layıktır.” Ama bir maden işçisi ocakta, galeride hayatı pahasına gün görmeden çalışırken, ona yapmadığın bir şeyi niye darbuka çalan adama yapalım? “Sanatçının tarifini yapın” dediler, bu sefer Güzel Sanatlar Akademisinden falan heyetler kurduk, “sanatçı ne demektir?” diye götürdük, artık o da laçkalaşmaya başladı, çıınkıı önceleri sanatçı piyano çalan, sanat eseri meydana getiren, yaşayansanal eserlerine sahip olacağımız bir ortamı yaratan kişilerden sonra, bu sefer başlandı darbuka çalanlardan tutun da, hiç sanatla alakası olmayan kişiler bile bu maddeden borçlanma yapmaya kalktılar.

Yine borçlanma yapanların müfettiş tahkikatlarına başladık, teker teker her dosyayı tetkik etmeye başladık, adam dosyasına borçlanacağı hizmetin kamyon şoförü olduğunu yazmış, ağır vasıta kullanıyor filan, fakat müfettişi gönderdiğimiz zaman bu adamın bisikleti olduğu ortaya çıktı. Daha ileriye gitti, dükkanlar açmaya başladılar ve borçlanma belgesini parayla satan dükkanlar açmaya başladılar, müfettiş, müfettiş, her taşın altından bir suiistimal çıkar hale geldi ve sizi temin ederim bugün, “hani ne oldu da kurum bu hale geldi?” lafının altında bu da var. bugün bu borçlanma yoluyla yüzbinlerce insan kurumdan haksız yere aylık almaktadır Yine hastalık sigortalarında çok iyimser, cömert doktorlarımız çalışma gücünün 2/3’ünü yitiren sigortalıya malul denir bizde, ona yıızde 30’a yakın aylık verilir, cazip de bir aylıktır. Bu sefer raporla malulen emekli olma talepleri çoğalmaya başladı, hâlâ da devam ediyor tahmin ediyorum, yani bu da böyle.

BÜLENT – Yani devlet sosyal güvenliği SSK’ya bıraktı. SSK da Allahaherhalde…

SELAHATTİN TURLA – Yani kuşkusuz her insanda bir nebze ayak oyunu vardır, ben mum gibi doğru bir insan olacağına pek ihtimal vermiyorum. Tanrı bile müsamaha etmiş belki bir kısmına, ama bunu artık meslek haline getirip de. başkalarının sırtından özellikle geçinmek bu demek, yani sosyal güvenlikle hakkı olmayan şeyi almak demek, diğer haklı vatandaşı bundan mahrum etmek demektir Bıı hale kadar gelenlerin bir çaresine maalesef bakılamamıştır Her şey müfettişle olmaz efendim.

Şimdi mezun olduktan sonra bir statü düşünüyor musunuz, yoksa “bakalım, kısmet. Ne olursa öyle mi olacak” diyorsunuz, yani bir şey var mı idealinizde?

FİLİZ AVŞAR – Biraz kısmete kalıyor aslında.

SELAHATTİN TURLA – Şimdi sizler (Çalışma Ekonomisine tabisiniz. Sosyal güvenliğin en renkli kısmı sizin branşınız, bu muhakkak. Bu mücadeleye devam edeceksiniz, bakın biraz evvel ne güzel söylediniz değil mi? “İnşallah biz geldikten sonra bunlar olmayacak”dediniz, inşallah olmasın bunlar, anık yeter yani Herkese aylık, şimdi de 30 milyon taban aylık, beğenmiyorlar onu şimdi, 40 milyona çıktı, beğenmemeye başladılar, ama bu 40 milyonu bir araya getirmek de yıllarca ödediğiniz bir 40 milyon olarak düşünürseniz kolay değil bu. Tabii gittikçe de küçülmeye başlıyor o zaman rakam.

FİLİZ AVŞAR – Selahattin bey, geçmişten günümüze SSK’nın sorunlarını ele aldık, anılarınız ve tecrübeleriniz ışığında çok değerli bilgiler edindik sizden, çok teşekkür ederiz, sizi de yorduk. Eklemek istediğiniz son bir şey varsa dinlemeye hazırız, yoksa sizi daha fazla yormayalım diyoruz.

SELAHATTİN TURLA – Rica ederim. Şimdi ben size çok daha fazla faydalı olabilirdim. Geçen seferki arkadaşlarınızla, yani geçen sefer mezun olanlara da aynı şeyi yapamadım, bir seminer vermeyi düşünürdüm. Ben çok renkli seminerler veririm, bu konuda dağarcığım çok dolu, yani gerek yetişme tarzım, gerekse bu konudaki belki de geldiğim kaynaklar dolu.

Ancak ben 1,5 veya 2,5 sene oldu, çok ağır üç hastalığın pençesine uğradım Birincisi: kanser oldum, prostat kanseri oldum. Tam onu düşünürken, bu sefer böbrek taşlarım başladı, çok taş düşürürüm, zaten eskiden beri taş düşürürdüm hep.

Derken kalbime pil takılmak gerekti, şimdi halen pilliyim, şurada pil. burada da pilin ucu. kalbe takılı olan yer ve bir talihsizlik oldu, o pili takan hekim kablo mu koptu, kablo ilişiği kesildi, “bir daha” dediler, bir operasyon daha yapıldı, ikinci tel takıldı, ama birinci tel çıkarılamadı Şimdi bende iki tane tel var. birisinin fonksiyonu yok. birisinin var.

Arkadan anverizma mı nedir, oyle bir konu çıktı, o da aorttan damarlarımdan biri çatladı, yani damar çatlaması oldu Türkçe’si, “anverizına” diyorlar ona. Damar çatlamaları yalnız ameliyatla tedavi oluyor, ben ameliyat olamıyorum, çünkü içerisi benim karmakarışık.

Şimdi televizyon gibi, teller, kablolar falan dolu, birisi bozulacak diğeri düzelirken doktor da cesaret etmedi, biz de “artık 70 yaşımıza geldik, bundan sonra ne yapalım, ne kadar yaşarsak kâr” dedik. Bu şartlar altında uzun süreli ayakta kalamıyorum, ben bunları memnuniyetle yapıyorum, ayrıca gerektiği kadar kendimi tatmin etmiş değilim, şu seminer konusunda ben yıllardan beri.

FİLİZ AVŞAR – Aslında okulda da oturabilirsiniz, ayakta olmanız gerekmiyor.

SELAHATTİN TURLA – Kızım, olmuyor. Şimdi geçen sene hep Selahattin Turla, Selahattin Turla. Allah vergisi değil ya, öbür arkadaşlardan da gitsin dedik. Aktüarya Müdürübir arkadaşımız vardı, bir de emekli -ikisi de emekli- Tahsis Müdürü. Bunlar emekli olduktan sonra ben işim icabı çalışıyordum, günlük mevzuatı götürüyordum, bütün tadilleri takip ediyordum, çünkü adam kürsüde öyle bir sual soruyor ki, “yahu ne nedir hoca diye getirmişler herifi, şunu bilmedi” diyor. Bunu demesin kimse diye, izzet-i nefis meselesi yaptım, yani kendimi methetmiyorum, yani “İstanbul’da bir de Bohor vardı” falan demesinler diye, ama güvenli olarak kürsüye çıkıyordum ve 6 saat konuşuyordum. 6 saat durmadan bu konuları anlatıyordum, öğleden evvel ve öğleden sonra .Gene hemen ilk vasıtayla, uçak veya otobüs, arabaya atlayıp, gelip o gece evde kaç saat uyursam, ertesi gün sabah da bilmem nereye seminere gidiyordum. Bu konuda çok koşturdum, ama öğretebildiğimizi öğrettik.

FİLİZ AVŞAR – Size katkılarınızdan dolayı teşekkür ediyor, sağlıklı günler diliyoruz..

Diğer Yazılar