Çıraklıktan: İshak Akpınar
Zor bir çocukluğum oldu. Şimdi düşünüyorum o bedeli ödemeseydim, ne atölyemin ustabaşısı olurdum. Ne de iki kızımın geleceğine bu kadar güvenle bakabilirdim. 12 yaşında köyümden çıktım. O zamandan beri hep çalışıyorum. Önce çırak, sonra usta olarak …
Ankara-Şereflikoçhisar Yağmurhüyüğü köyündenim. Altı kardeşiz, üç kız, üç erkek. En küçükleri benim. Babamın yüz dönüm toprağı var; hala kendisi işler. Buğday, arpa eker. Köyde kalsak, hangi birimize yetecekti. Ama babamın daha az çocuğu olsaydı, belki köyde bize bir gelecek olabilirdi.
İlkokulu bitirince 12 yaşında yollara düştüm. Önce İzmir’e gittim. Ablalarımdan biri oradan evlenmişti. Onun yanına yerleştim ve bir demir doğrama atelyesine çırak girdim. Ablamın dört çocuğu vardı; kocası sokaklarda hurda toplardı. İşimde rahat olmama karşın, evde rahat edemedim. Ankara’ya abilerimin yanına geldi; bekar evinde kalmaya başladık. Kapı kapı dolaşıp çırak isteyen olup olmadığını sormaya başladım. Kimse çırak istemiyordu. Sonunda, “çırak arıyor musunuz?” diye sormaktan vazgeçtim; “Kaynakçı arıyor musunuz?” demeye başladım.
Şimdi çalıştığım işyerinin patronu Mustafa amca, “Gel” dedi. Yanında bir çok kaynakçı ustası çalışıyordu; ben de bir şey bilmiyordum. Ama yüzlemedi. Çalışmaya başladım. Ustalardan çok dayak yedim. Bu üç-dört yıl sürdü. Ustalar, hoyrat ve kaba insanlardı; ben bunca yıllık ustabaşıyım, ne bir çalışana ne de kendi çocuklarıma fiske vurdum. Ama Mustafa amcanın beni çok kollandığını ve tüm yaşamımı çekilir hale getirdiğini söylemeliyim. Ama ben de çok sabrettim. Niye sabrettim ? Durumumuz yoktu; imkanımız yoktu; mecbursun. Sonuçta katlanmaktan başka çarem yoktu. Siyah renkli ucuz lastik çarık benzeri ayakkabılar (Gislavet denir) giyerdik. Şimdi çocuklar ayakkabı beğenmiyorlar. Çok fazla elbisem olmadı; neredeyse hem aynı gömlek pantolonlarla gider gelirdik.
Çıraklığımda hiç iş kazası geçirdiğimi anımsamıyorum. Ama bir kez az daha ağır bir şekilde yaralanıyordum. Mustafa amcamın oğlu Mehmet abiyle birlikte iki kişi, ağır demir direkleri yolun karşı tarafında hurdalık olarak kullandığımız açık araziye götürüyorduk. O gün de Büyük Sanayi’nin yakınlarında pazar kurulmuştu. Bir pazar arabası gelip, bizim demir direğe taktı ve direği savurdu. Direk kafamın hemen yanından hızla geçti ve diğer çalışan arkadaşımızın yüzüne-omuzuna çarptı. Ölmedi ama kafasında ve omuzunda kırıklar oldu. Çok çekti.
Köyde okuma olanağımız yoktu. Babamın beni ilçede okutma niyeti de yoktu. Ama amca oğullarımdan birisi, okumayı aklına koymuştu. Hurda kağıt topladı; ne iş bulduysa onu yaptı. Okumak için sonuna kadar direndi. Sonunda “diş hekimi” oldu. Yalnızca kendini kurtarmadı; bütün kardeşlerinin okumasını sağladı. Her biri iyi yerlere geldiler. İşte böyle, bir evden okuyan biri çıktı mı herkesi kurtarıyor. Benim kızlarımın biri 4 yaşında, diğeri 1,5 yaşında … Kız erkek ayırt etmeden okumaları gerektiğine inanıyorum. Okuyan insanın dünyası daha farklı oluyor; en azından konuşmasını biliyor.
Ben de çocuklarım için en iyisini istiyorum. Onlar için çalışıyorum; onlara benim yaşadıklarımı yaşatmayacağım. Evlendiklerinde de ezilmelerini istemiyorum, kendi ayaklarının üzerinde duracaklar.