Sabahattin Fındıkoğlu

Sabahattin Fındıkoğlu

SSK III. Konferans – 12.04.1996 tarihli konuşması

ÜÇÜNCÜ OTURUM

11 Nisan 1996

Oturum Başkanı:

CELAL GÖLE

(A.Ü. SBF Dekanı)

Konuşmacı

SABAHATTİN FINDIKOĞLU

BAŞKAN – Müştereken düzenlenen Sosyal Sigortalar Kurumu Üzerine Toplumsal Tarihî Tanıklıklar dizi konferanslarından, bu üçüncüsüne hepiniz hoş geldiniz.

Sizleri, Fakültemizin, tarihî çatısı altında misafir etmekten dolayı gerçekten büyük mutluluk duyuyoruz. Dizi konferanslarımızın üçüncüsü, ümit ettiğimiz şekilde son derece ilgi çekiyor. Öğrencilerimiz tarafından, genç nesiller tarafından gerçekten çok ilgi çekiyor; ama, bugün maalesef aramızda genç öğrencilerimiz, ülkemizin yarınını oluşturacak genç kuşaklar burada yok. Sebebi de, bugün Fakültemizde ara sınavların başlamış olmasıdır, yoksa öğrencilerimize önceden kayıt sistemiyle, sadece kayıtlı olan 20 kişiyle sınırlı olduğu için alıyorduk ve kendilerinin çok ilgisini çekiyordu. Ama bu ve gelecek haftaki toplantımızda ne yazık ki genç arkadaşlarımız burada olamayacaklar. Ancak, bir başka mutluluğumuz, bu konferanslar her hafta muntazaman, hem videoya alınmakta hem de kayda geçirilmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğüyle yapmış olduğumuz centilmenlik anlaşması gereğince, bu dizi konferansları ki, 12 tanedir, bir kitap halinde yayımlama mutluluğuna da erişeceğimizi tahmin ediyorum.

Lafı fazla uzatmadan, bugünkü konuşmacımız Sayın Sabahattin Fındıkoğlu’na, bu dizi konferansına katıldıkları için gerçekten sizler adınıza, Fakültem adına teşekkürlerim sunmak istiyorum.

Buyurun efendim.

SABAHATTİN FINDIKOĞLU – Efendim, ben evvela, Sayın Dekana ve böyle bir konferansı hazırlayan Sayın Fişek ve arkadaşların; teşekkürle başlayacağım.

Tabiî, ben meslek olarak bir konferansçı ve bir ilim adamı değilim. Bu kurumda çok eskiden beri çalışan bir kişi olarak, baz intihalarımı aksettirmek istiyorum. Bu arada; evvela kendimi biı tanıtayım efendim.

1944-1945 yılında İktisat Fakültesini bitirdim ve 1947’nin sonunda 1948’lerde kendime iş aradım, o zaman Türkiye’de iktisa fakültesi mezunlarının iş bulma olanakları, tabiî bugünkü kadar fazlc değildi, bankalarda memurluk vesaire gibi klasik işler vardı. 1941 yılında kurulan Çalışma Bakanlığı ve arkasından kurulan, 1946’nır yarısından sonra kurulan Sosyal Sigortalar ki, o zamanki İşçi Sigortalar; idi, içeriği itibariyle içtimai yardım, sosyal güvenlik, sosyal sigorta gibi konuları kapsayacağı için, kendime konu olarak daha yakın buldum ve Sosyal Sigortalara, Prof. Sadi Irmak Beyefendinin bakanlığı zamanında girdim.

Ben, 1948 yılında başladım dedim, benden evvel bu Kurumun kurucuları ve genel müdürleri çalışmışlardır ve onların size, hiç benim çalışmamı, konferansımı kapsayan 1946-1960 döneminde, ilk Çalışma Bakanı Sadi Irmak, sonra Tahsin Bekir Balta, Şemsettin Sirer, Haşan Polatkan, Hulusi Köymen, Nuri Özsan, Samet Ağaoğlu, Hayrettin Erkmen, Mümtaz Tarhan, Halûk Şarman ve ihtilal sırasında Profesör Cahit Talaş, bu devrelerde bakanlıklar yapmışlar ve umum müdürleri olarak da ilk umum müdür –ben de kendilerini hatırlarım– Vedat Bayru evvela çok kısa bir süre, daha sonra bir defa daha, Doktor Esat Şıbay, Atıf Bayındır, Halil Sezai Erkut –ki vaktiyle Ankara Belediye Reisliği dı yapmıştır- Doktor Cemal Kiper, Vedat Bayru, Kamil İdil Beyefendi, İlhaı Altan –ki 1956-1958 sırasına rastlar genel müdürlükleri, Cemal Kiper Şükrü Soykan bu devrelerin değerli umum müdürleriydi.

Efendim, Kurumun kuruluşunda, başlangıçlarda,, 1946’larda Umum Müdür Muavinliği sıfatıyla çalışan Şükrü Soykan Bey kendiler ile temas ettim İstanbul’da, sağlık nedeniyle gelemediler, 86-87 yaşlarında; ama, bana bazı hatıralarını anlattı ve ben o hatıraların kendisinden, naklen şimdi burada, sizlere arz edeceğim. Böylece Kurumun kuruluşundan, 1946’lardan bu tarafa doğru periyodik olaral gelme imkânımız olacak.

Tabiî, zannederim konferansın amacı bir kuru tarihçe değildir Bu tarihçenin içindeki sosyal yapı, değişiklikler, Türkiye’de sosya güvenlik anlayışı, karşılanışı vesaire gibi bu konuları da dile getirilmel icap eder.

Biraz yaşlılık, biraz da bende göz rahatsızlığı başladı, o sebeple biraz dağınık konuşma veya zaman kaybetme gibi aksaklıkla] nedeniyle şimdiden sizlerden özür dilerim.

Efendim, bana intikal ettirdiğine göre, Sayın Şükrü Soykan Beyin Kurumun ilk genel müdürlüğü bina olarak teşekkülünde, 1946’nıı başında kanunu çıkmış, 4772 sayılı Kanunla, sigorta kolları, iş kazaları analık, hastalık hariçtir, hastalık daha sonra çıktı, meslek hastalıklar gibi sigorta kollarının tatbikatı için kanun 4772 sayılı Kanun başındc çıkmıştır ve haziranında da uygulamaya geçilmiştir. Bu uygulama içir tabiî, teşkilatın örgütlenmesi gerekiyordu. İlk Umum Müdürlüğür Sıhhıye’de bir apartmanda kömür tevzi yerinde, iki katlı biı apartmanda çok sade bir şekilde, bir katta faaliyete başladığını bam anlattı. O zamanlar ilk umum müdürü Esat Şıbay imiş, daha sonra di kısa bir süre Atıf Bayındır Bey müdürlük yapmış. Sonraları, o zamanki Ticaret ve Sanayi Bakanlığında ki, daha evvel sosyal güvenliğin olmadığı sıralarda, 1936’da çıkan İş Kanununun tatbiki, o zamanlar bu Bakanlığın bir kısmına verilmiş idi. Ticaret ve Sanayi Bakanlığında Vedat Bayru Bey çalışıyormuş, kendilerini davet etmişler, o bir süre umum müdürlük yaptı ve o zamanlar Le Febur isminde bir İngiliz mütehassıs, Sigortanın kuruluşunda çok yardımcı olmuş. Le Febur’un kim olduğunu araştırdık, Le Febur, İkinci Cihan Harbinden sonra İngiltere’de Beveric Planıyla, bizim bugün anladığımız manada sosyal sigorta, sosyal güvenlik, bütün nüfusa uygulanmak üzere konulan Beveric Planında çalışmış bir mütehassıs imiş ve bizim kuruluşumuza da yardımcı olmuş.

Yine enteresandır, ben de yeni öğrendim, Genel Müdürlüğünün ilkidare meclisinde Hirşisminde bir Alman çalışmış, kendisi herhalde hukukçuymuş. O zamanlar ben hatırlıyorum, Hüseyin Avni Göktürk Bey müsteşarlık yapmıştır. Kuruluş yıllarında en karakteristik özelliği, gerek Şükrü Soykan Beyin, gerek birkaç müdürün hep matematikçi oluşlarıdır. Mesela, ben hatırlıyorum Bekir Kıraç Bey daha sonraki seneler girmiştir, o da bir matematikçiydi, Nihat Selamoğlu bir matematikçiydi ve aktueryanın uzun seneler müdürlüğünü yapmış değerli kişilerdi. Çok karakteristik, benim bir müşahedemdir bu, Kurum kuruluşunda hakikaten matematikçiler, neden matematikçiler; çünkü, sosyal sigorta, bir sigorta koludur genel olarak; ama, mecburi bir sigortadır ve bunun bir matematiğe, hesaba, kitaba aktueryaya dayanması lazımdır. Belki bugünkü hep basından okuduğumuz sancılar, biraz da zaman içinde bu matematiğe gerektiği kadar riayet etmemek ve mütehassısların tavsiyelerine uymamanın bir sonucu olarak sarsıntılar geçirmiştir.

Yüksek Ticaret Mektebi vardı İstanbul’da, oranın matematik hocasıydı, Şükrü Soykan Bey, kendisi anlattı; o zamanın çok meşhur Riyazeci Hüsnü Hamit Saymen kendisini, Sosyal Sigortalarda çalışmaya ikna etmiş ve onun üzerine İSK’da yani İşçi Sigortaları Kurumımd, çalışmaya başlamış, yine kendisinin bana anlattıkları. Ve 1941 başlarında, iş kazası riskini karşılayacak prim tarifeleri, ki çol önemlidir bu, bu tarifeler hazırlanmaya başlanmış ve istatistiklerde! yararlanılmış, basit istatistikler vardı, Türkiye’de ne kadar iş kazas olmuş, ne kadar şey olmuş. O zaman bakanlara imzalatılmış, 1946 Temmuzunda yürürlüğe girmiş, daha sonraki bir devrede 1947’de Doktor Cemal Kiper, ki çok değerli çalışmalar yapmıştır kendis meslek hastalıkları konusunda da bir hekimdi ve meslek hastalıklar konusunda bir otoriteydi. O zamanda Enis Şanlıoğlu isminde bi: yardımcıyla birlikte çok değerli hizmetler vermişlerdir.

Efendim, Şükrü Soykan Bey, daha sonra da genel müdür olmuştur, beynelmilel toplantılarda Sigortayı uzun süreler temsil etti ve bu arada AISS dediğimiz (Assosiation International De la Securite Social) yani, Dünya Sosyal Güvenlik Birliğinin –ki biz de üyesiydik bunların İstanbul’da ve İzmir’de yapılmış iki kongresine iştiral etmiştir. O zamanın Yardımcısı Mustafa Ertem Bey de –Hastalık Sigortası Müdürü idi- onlar da temsil etmişlerdir, bir çok yararl sonuçlar almışlardır. Bu arada, Almanya ile ikili sözleşmeyi, kendis anlattı bana, Almanya’da -hatta biri fotoğrafı da var- ikili sözleşme toplantılarını kendisi idare etmiş ve orada bulunmuştur.

Evet, Soykan’dan nakledeceğim hatıralar bunlar.

Şimdi, isterseniz sosyal güvenlik neleri kapsar, biraz belki bilg vermekte yarar var. Efendim, sosyal hayatta çalışanların karşılaşacağ çeşitli riskler düşünülmüş. Bunların arasında, iş kazaları, meslel hastalıkları, analık -bir kaza değildir ama öyle kabul edilmiş yahut bi] risktir, zor olaydır, bunun karşılanması- daha sonrada yaşlılık ihtiyarlık. Ki, bunlar belli periyotlarda mevzuatı hazırlanmış ve 1950’ye kadar hepsinin kanunları çıkarılmıştır. Hastalık için daha sonra ayrı bir kanun çıkarılmıştır. İhtiyarlık sigortası, daha sonra biı tadilatla 6900 sayılı Kanunla görülüyor.

Tabiî, şimdi bu rakamların, mevzuatın tek tek sayılması uzun süre alır, fazla da gerek yok. Yalnız, ben bilhassa şunu söyleyeceğim, kendi tecrübemden, 1948 yılında ben işe başladığım zaman, İstanbul’da bir SSK işçi sigortalarının küçük bir ünitesi -ki Karaköy’de bir büyük handa, sadece birkaç odalı bir yeri işgal eden küçük bir üniteydi- 20- 30 kişiyle çalışmaya başlandı ve o zaman iş kazaları, analık ve meslek hastalıkları yürütülüyordu. Bu Kanun çıktıktan sonra, işçi camiasında bu kanunun yararları ki, “Sosyal güvenlik, Anayasal bir hak tabiî de, sosyal güvenlik neden mecburi, neden mecbur ediliyor insanlar, çalışanlar; prim kesiliyor?..” , “Canım, sosyal güvenliğin ne yararı olacak?..” gibi, bir çok direnişlerle karşılaştığımızı hatırlıyorum. Çok enteresandır, “Ne faydası olacak bize bunun?!..” Hele hele 1950’lerden sonra, emeklilik, ihtiyarlık için kesilen primlerin, “Canım, ben 20 sene 25 sene sonra yaşayacak mıyım? Emekli mi olacağım, vermez Sigorta?!..” gibi, böyle düşüncelerle sigortadan kaçma temayülleri ki, bugün bunlara kaçak işçi, işveren tarafından kaçırılan veya işçinin kendisi “Beni sigortaya bildirme, ne faydası olacak” diyen kişiler, zamanla bunun değerini anladılar ve zaten Sosyal Sigortaların mecburilik vasfı çok önemlidir, mecburidir, kanunen mecburdur. Kimse, “Ben hizmet akdiyle çalışacağım, ama sigortalı olmak istemiyorum, benim canım istemiyor” diyemez ve dememelidir.

Hiç unutmam, 1948-1949 yıllarında bir şirketin muhasebecisi; “Ne faydası var sigortanın, sonra beni neden sigortaya alıyorsunuz, benden neden prim kesiliyor, işçi değilim ki” dedi. Kendisine hizmet akdinin ne olduğunu izah ettik, “Hizmet akdi seni de kapsar, sen de bir hizmet yapıyorsun karşılığında senin de maruz kalacağın, karşılaşabileceğin riskler vardır, sonra hastalık dahil.” Dedik. O yine, “Canım, ben işçi değilim, ne kaza geçireceğim” diyen bir muhasebecinin, bir kaç sene sonra, hesap makinesini kullanırker elektrik kaçağından koluna felç geldiğini öğrendik, sonradan kendisi demiş ki; “Evet, Sosyal Sigortaların faydası şimdi anlaşıldı” Yani, bu riskler her çalışanın başına gelebilir, dolayısıyla da devlet başki ülkelerde de bunu mecburi kılmıştır. Yani, bunun özelleşmesi ve öze sigortalara göre farklılığı çoktur.

Tabiî, aslında konferansın konusu, sosyal güvenliğin ne olduğu bunun ilmi izahı, nazariyatı falan değil ama, biraz mecburen teferruata girdik.

Efendim, bu arada, Kurumun bir kuruluş kanunundan bahsedeyim, 4792 sayılı Kanun, tabiî 4772 sayılı Kanundan sonra çıkmıştır. Teşkilat kurulup yayılmaya başladığı zaman, bu Kanun süratle çıkarıldı ve kendine göre teşkilatlandı; ama, bu Kanunun 1 ine: maddesi, özel hukuk hükümlerine tabiî bir devlet kuruluşudur vesaire, vesaire… En önemli hükmü ki, bugün de çok münakaşa götürüyor veya konu ediliyor, Sosyal Sigortalar, malî ve İdarî bakımdan özerktir. Özerk midir, değil midir? Kanunu özerktir ama özerkliği tanındı mı, özerk bırakıldı mı meselesi, hâlâ bugün de tartışılıyor yıllardır tartışılır durur. Tabiî, insan üzülerek görüyor ki, bu özerklik, zaman zaman, çoğu zaman diyelim, politikanın müdahaleleri ile özerklikten öteye götürülmüş ve karışılır bir duruma gelmiştir. Oysa ki, devletin sosyal güvenliğin kuruluşunda ve de yürütümünde hiç bir katkısı olmamıştır, maddî hiç bir katkısı yok. Başka ülkelerde, öğrendiğimize göre, devlet, hazine sosyal güvenliklere birtakım katkılar yapıyorlarmış, Kuruma yapılmamıştır. Buna rağmen, çeşitli müdahaleler, yatırımlar bakımından tutun, tayinlere varıncaya kadar, çeşitli müdahaleler yapılmış ve Kurumda bugün sallanır duruma gelmesinin sebeplerinden bir kaç tanesi olmuştur, benim kanaatim; yalnız benim kanaatim değil, umumi kanaat bu biraz da.

Evet, bugün hakikaten, Sosyal Sigortalar -tabiî konu çok birdenbire bugüne geldik ama, konu getiriyor- özelleşsin mi, özerkleşsin mi?.. Hayır, evvela bir kere özerklesin, özelleşmesi söz konusu olmaması lazım; çünkü, Anayasal bir mecburiyettir ve haktır ve devletin bir görevidir, herkesin sosyal sigortalı olma hakkı vardır, hatta zorunluluğu vardır. Yaygınlaşabilir ama özelleşir, özelleşmez onu da yetkililer… Ama, her halükârda özerkleşmesi şarttır ve de Kuruma zamanla yüklenen birtakım malî şeyler, devletin de yardımını gerektirir bir duruma gelmiştir. Yetkililer bunları beyanlarda bulunuyorlar, zaman zaman, sosyal yardım zammı gibi, karşılığı hiç alınmamış bir zammı emekliye veriyoruz vesaire vesaire… Veyahut isteğe bağlı sigortada olduğu gibi, bir dönem sigorta primini sadece uzun vadeli dediğimiz emeklilik için alıyoruz, hastalık için bir prim almıyoruz ama, emekli olup da kendisine karneyi, kartı verdiğimiz zaman, “Sen ve çoluk çocuğun, öldükten sonra kalanlar, bütün hastanelerimizde her türlü tedavin yapılır” diyoruz. Tabiî, bu da hep geliyor bir hesap müessesesinin aktuaryasının yapılmayışı veya yapılana riayet edilmeyişi. Efendim, teknik bir müesseseye bu kadar karışanı olmaması lazım.

Size bir hatıramı anlatayım, benim amcam iktisat fakültesinde sosyoloji profesörüydü ve yıllarca bu Sosyal Sigortaların kongrelerine profesör olarak davet edilmiştir ve Dünya Çalışma Teşkilatı ILO’nun Cenevre’deki kongrelerine zaman zaman iştirak etmiştir. Ben o zamanlar müfettişim, bana bir gün dedi ki; “Evladım, ben Cenevre’ye gidiyorum, bir kaç senede bir gidiyorum, orada bana Alman Sosyal Güvenlik Umum Müdürü veya bir başkası şöyle bir sual soruyor: Hoca, sen sosyoloji profesörüsün bu nasıl iştir, her sene Cenevre’ye değişik bir umum müdür, değişik bir yetkili geliyor. Bu dünya üzerinde en teknik müesseselerden birisidir, sosyal güvelik kuruluşları, teknisyenlerinizi, yetkililerinizi bu derece sık mı değiştiriyorsunuz?” Ben de, “Tabiî, bizde politika hakimdir, ilim, teknik daha sonra gelir diye onların tebessüm ettiği cevaplar verirdim” derdim. Bu da bir hatıra. Gerçi, Kurumun kuruluş yıllarında 1946’larda, 1950’lerde, hatti 1960’lara kadar, -Beyefendinin umum müdürlük yaptığı devreler de dahil- pek çok yabancı davet edilmiş ve bu yabancılara konferansla] verdirilmiş, kitaplar yazdırılmıştır, kitaplar var, raporlar verdirilmişti] ve yani, doğrusu ilk 10-15 senede yabancı eksperlere -yerlilere olduğu kadar- yabancıların raporlarına ve görüşlerine de değeı verilerek mevzuat ve tatbikat ona göre düzenlenmeye çalışılmıştır Ama, zamanda 1960’lardan sonra, 1970’lerden sonra, her şeyimizde olduğu gibi bir yozlaşma, ilmin, bilimin, aktüeryanın, hesabın, kitabır bir tarafa itildiği ve politikanın öne geçtiği bir devre başlamıştır. Bu tabiî umumi bir hastalığımız, benim şahsi görüşüm. Bu ilin adamlarından, 1952’de bakınız, Milletlerarası Çalışma Teşkilatı ILO –ki talep etmişiz sosyal güvenlik müessesesi olarak- sosyal güvenli* konusunda Türkiye’ye Doktor Renö Springer, Emil Habitsel ve Otmar Nodler isimli üç tane mütehassıs göndermiştir. Bunlar, 1952 yılında “Türkiye’de Sosyal Sigortalar” başlığı altında raporlar vermişler bu raporlar bende var mesela, saklamışım vaktiyle merak. ÇalışmE davalarını, özellikle sosyal sigorta rejimini mahallinde tetkik ettiler dolaştılar hastaneleri, sigortaları nasıl çalışılıyor, nasıl bir tedbir almal lazım, eksikleri nedir vesaire… İşçi Sigortalarının muhtelif servislerir işleyişleri nedir, hastaneler nasıldır, ne olur vesaire vesaire, çeşitl raporları var. Yani, bunlara önem verilmiş, bunlar değerlendirilmiştir.

Benim şahsi bir fikrim var, o da şu; yine 1955 yılında Çalışıra Bakanlığının bir emriyle, Sosyal Sigortaların 3 müfettişi -ben de içindeydim- İstanbul’da Yakın ve Ortadoğu Çalışma Enstitüsü” diye bi] müessese kuruldu. Bu da Dünya Çalışma Teşkilatının ki, Birleşmiş Milletlerin bir koludur, UNICEF vesaire gibi. Onlar, Türkiye Hükümetinin isteği üzerine, İstanbul’a bir Çalışma Enstitüsü kurdular ve bu Enstitüde, çok tanınmış yabancı hocalar, kurslar yaptılar. Ben de bu kurslara 6 ay iştirak ettim, ettirildim, çok da yararlandım. İşçi sağlığı, iş emniyeti, iş teftişi vesaire konularında. Yani, Kurum bu derece eğitime önem veriyordu. Ve o Enstitüde çalışan konferansçılardan birkaç tanesi, belki sizlerin de malumudur, Mıchelle gibi, Vincell gibi, dünyaca tanınmış, iş güvenliği, iş emniyeti hocaları orada dersler verdiler, seminerler verdiler ve en az onun kadar önemli de, iş kazalarını önleme tedbirlerini ve bu tedbirlerin uygulaması için laboratuvarlar açtılar. Burası 5 sene yürüdü efendim. Ben hatırlıyorum, adı Yakın ve Ortadoğu Enstitüsü idi, yakın ve Ortadoğu’dan da öğrenciler geldi, Araplar geldi, şunlar geldi, bunlar geldi. Daha sonra da, Birmanya’dan bile sosyal güvenlik elemanları geldiler, iştirak ettiler. Fakat 1970’den sonraki bir dönemde, bu Enstitü milletlerarası hüviyetinden çıktı, onlar gittiler ve Çalışma Bakanlığına devredildi, bir süre İstanbul’da Selahattin Birkan diye çok değerli bir arkadaşımızın müdürlüğünde devam etti. Üniversiteye açık çeşitli konferanslar verilen bir Enstitü olarak çok yararlı çalışmalar yaptı ve sonra da zannederim bir devreden sonra Çalışma Bakanlığına, buraya alındı, ondan sonrası hakkında bir bilgim yok.

Yani, özetle, bir devre ilme, tekniğe, bilime ve mütehassısa önem veren devreler geldi geçti. Bugün verilmiyor diyemeyeceğim ama, belki derecesi değişti. Mesela, 1955-1960 arasında yapılan bu konferanslarda, yerli mütehassıslardan Agâh Türkdoğan, Doktor İsmail Topuzoğlu -bunlar kitap sahibi kişilerdir- Sadun Kurt, Zekai Boyar, Nihat Öner, Selahattin Birkan, Adnan Lavkon gibi değerli arkadaşlar vardı. Keza, Üniversiteden sosyal güvenlik, iş hukuku konularında Veli Cangil, Orhan Tuna, Sebahattin Zaim, Kenan Tunçoba, Nevzat Yalçıntaş, Nusret Ekin, Metin Kutal, Turan Yazgal, Kemal Oğuzman gibi değerli ilim adamları çok uzun süre konferanslar verdiler. Çok yararlı konferanslar olmuştur, bunlar neşredildi, kütüphanelerde bunla bulunabilir zannediyorum.

Evet, 1955-1960 milletlerarası dönemi yaşadı bu Enstitü, 1960 1967 arasında da millî dönemi yaşamış, daha sonrasını bilmiyoruz Kütüphanesiyle, laboratuvarıyla, teknik yardım faslından, Birleşmi; Milletler Türkiye’ye gönderdi ve bunlar kuruldu sonra zannederin buraya alınmış.

Efendim, bir hususa daha değinmek istiyorum, o da kurulu« kanununun önemli teşkilat ünitelerinden birisi genel kuruldur. İSK, o zamanki İşçi Sigortalar Kurumunun ki, halen de vardır genel kurul ama zamanla bunun her sene değil de, 2 veya şimdi 3 senede bi: toplanması öngörülüyor. Sebebi de herhalde şu olsa gerek: Uzun seneler bu toplantıların -ben birkaç tanesinde de bulundum- bı toplantılarda çeşitli konular dile getirilir, işçi delegeleri, işverer delegeleri, üniversiteden hocalar, bakanlık temsilcileri gibi kişileı toplanırlar, çok şeyler dile getirilir, bir senenin her şeyi öne dökülür vğ de sonucunda birtakım komisyonlar kurulur, bu komisyonlar birtakırr raporlar verirler… Hesap Komisyonu, Aktuarye Komisyonu, İşç Meskenleri Komisyonu, Teşkilat Komisyonu, vesaire vesaire. Fakat bunlar birer rapor olmaktan ileriye gitmez, yani icrai değeri olmaz çünkü genel kurullar yıllarca ağlama duvarından öteye geçmemiştir, fonksiyonu bundan ibaret kalmıştır ve belki de ele alınması gereken ve bizim için, yani SSK için çok önemli bir konudur. Yani, Türkiye’de bı işin içerisinde olan insanların bir araya gelip, bir yılı gözder geçirmeleri, eksikleri vesaireleriyle bunları bir rapor yapıp, bı raporların değerlendirilmesi çok önemli; fakat, bunlar hukuken ortadc kalmış, sadece birer şikayetler ve temennilerden öteye geçmemiştir, bı da önemli bir nokta, bunu da burada belirtmek istedim.

Efendim, yine bir anımı -biraz böyle çok parça parça oluyor ama yaşlılığımıza verin lütfen- anlatmak istiyorum. Özerklik konusunda bi: anım var, sene 1961 veya 1962 yıllarında Sayın Bülent Ecevit Çalışmi Bakanı, Kurumun içerisinde birtakım tartışmalar, anlaşmazlıklar ve ayrılıklar belirdiği bir dönemde, “Bakanlığın hakemliğine başvuralım denildi ve Sayın Bakan Bülent Ecevit’e konu götürüldüğü zaman Bülent Ecevit’in cevabının şöyle olduğunu hatırlıyorum: “Siz, kurulu« kanununuzla malî ve İdarî özerkliğe sahipsiniz. Kendi işlerinizi lütfen kendiniz hallediniz” şeklinde, bu mealde, manada bir açıklamada bulunmuşlardır ki, aslında bugünkü çektiğimiz sıkıntılar, bunur uygulanmamasından ibaret. Özerkliğimizi bir türlü uygulamaya geçirememişiz, sebepler çok çeşitli.

Yine Şükrü Soykan Beyin bana verdiği bir not, 1977’de AISS, yani biraz evvel bahsettiğim bu beynelmilel teşkilatın İzmir’de bir toplantısı olmuş, oraya çağırmışlar Şükrü Beyefendiyi ve Mustafa Ertem -ki Hastalık Müdürlüğünde ve Umum Müdür Muavinliğinde değerli hizmetleri olan bir arkadaşımızdı, Allah Rahmet eylesin- kendilerine merasimle bu Dünya Teşkilatı, Başarılı Hizmet Şildi ve Beratı vermişler, kendisi evinde bana bunu gösterdi, iftihar ettik tabiî.

Efendim, şimdi dönem olarak belki biraz atlayacağım ama, tabii çok enteresandır, Kurumun neşriyatı arasında herkesin bulabileceği Kurum, bilançosunu, genel kurul tutanaklarını, konuşmalarını ve de istatistiklerini üç kitap halinde uzun seneler neşretmiştir. Zannederim daha sonra belki tek kitaba toplamıştır. Bunlar 1949 yılından bugüne kadar muntazaman neşrediliyor zannederim. 1972 yılındaki bir kitaptan alıntı yaptım, ben o zaman da hatırlıyorum, o zamanki Çalışma Bakanı Ali Rıza Uzuner. 1972-1973’lerde güncel konu, dünyanın o zaman, belki şimdi de hayattaysa bir numaralı eksperi, sosyal güvenlik eksperi, aktuarya profesörü Zelenka’nın bir raporu üzerine, basında ve hükümet çevrelerinde olan tartışmaların genel kuruldaki inhikası. Sayın Bakan şöyle dile getiriyor, diyor ki; “SSK’nm malî ve aktüaryel durumu güncel mesele olmuştur -öyle idi Sigortalılarda telaş yaratmıştır. Bu konular -sene 1972, 23-24 sene evvel- duygusal değil, bilimsel verilere dayandırılmak zorundadır. Kazanılmış haklar geri alınıyor deniliyor. Hayır böyle bir geri almak söz konusu değildir, ama lütfen bilimsel olalım. Malî ve aktüaryel durum, yerli ve yabancı uluslararası otorite olan uzmanlara inceletilmiştir. Hazırlanan rapor kendi bilim adamlarımıza da inceletilmiş, tamamıyla teknik ve bilimsel nitelik taşıyor. Kaygıya hiç lüzum yoktur, kazanılmış haklara dokunulmayacaktır. Amaç, Sigortanın geleceğidir ve sağlam bir güvenceye alınmasıdır.” Tabiî, çok dikkate değer bir konuşma, bugün de aynı şeyler düşünülür. 1186 sayılı Kanun -ki o zamanın işte Borçlanma Kanunudur, Yaşları Değiştirme Kanunudur, vesaire vesaire- bu kanunda aylıktan yararlanma şartlan hafifletilmiş -halk tabiriyle- ucuzlatılmış, yardımlar yükseltilmiş ve bu Kurumun malî dengesini etkilemiştir. 15 yaşında çalışmaya başlayan bir işçinin, daha doğrusu bir çırağın diyelim, 40 yaşında emekli olmasının bir hak olup olmadığı, bunun yararı ve sakıncaları münakaşa edilip ortaya çıkarılmalıdır diyor o zamanki bakan. Gerçekten, 15’i bilmem ama, 18’inde başlayan ve hanımsa 20 yıl çalışmış -o da dolu dolu çalışmasına lüzum yok, çünkü 5 bin günlük – 14,5 yıllık- bir prim arıyoruz, bölük pörçük de çalışmış olsa, önemli değildir- yani 38 yaşında yeryüzünde hiçbir memlekette görülmeyen bir erken emeklilik mevzuatı getirilmiştir. Zaten münakaşalar, tartışmalar da oralardan geldi.

Evet, bakanın konuşmalarına devam edeyim, çok enteresan: “Sigorta fonlarının daha iyi nemalandırılması gereklidir; verimli, faydalı ve güvenli yatırımlara gitmemiz gerekir. İşçi konut faizleri hemen yükseltilmelidir ama yükseltilemez. Devlet tahvillerinin yüzde 9’a çıkarılmasına çalışıyoruz -o zamanlar yüzde 5’ler, 6’lardaydı, ki Kurumun fonlarının erimesinin biraz da sebepleri bunlar- özetle, mal ve aktuaryal dengenin gelecekteki sigorta haklarını tehlikeyi düşürecek ölçüde sarsıldığı bir gerçektir -1972’deki tespit- SSK, yalnız bugünkü kuşakların değil, gelecekteki kuşakların da güvenliği ve hakkıdır.” Ve 1971 yılının gelir-gider dengesindeki açığın 485 milyon lira olduğunu -o zamanın parasıyla- belirtmişler. Yine, Sayın Bakan diyor ki: “Heyecan, hiçbir soruna çözüm getirmez.” Keza, o zamanın Bakanı değildi, Sadi Irmak ilk Çalışma Bakanı idi o zaman ama, Genel Kurula Başkanlık yapmış. Profesör Sadi Irmak söz alıyor: “Bu Kurum Türk Milletinin kefaleti altındadır. Bütün teşebbüs ve davranışlarımız matematiğe dayanmalıdır -tabiî, kendisi de ilim adamı idi, doktordu ve ilmin ışığında halledilmelidir.”

Efendim, yine 1972 yılında eski Genel Müdürlerimizden Cema! Kiper’in bir konuşmasından alıntı yaptım, çok değerli bir Genel Müdürdü, yine keza Zelenka Raporuyla ilgili konuşması. Zelenka, Kurumun yeni kurulduğu zaman hazırlanan Hastalık ve İhtiyarlık Sigorta kollarının tasarılarım, aktueryal hesaplarını hazırlayan kimsedir. Yani, zannediliyor ki, Zelenka 1970-1971’lerde veya 1972’de ve 1972-1973’te Türkiye çapında “Bu Sigortanın hali ne olacak?..’ tartışmaları başlamıştır. Halbuki Zelenka, çok daha evvel Kurumun Hastalık, İhtiyarlık Sigorta tasarılarında emek vermiş bir kişiymiş, ber de onu sonradan öğrendim; evet bundan Şükrü Soykan Bey de bahsetti “Beraber çalıştık” dedi ve İngiliz Beveric Planının sahibi Beveric’in muavini olan Maryo La febur isminde bir İngiliz de bu kanun taslaklarının hazırlanmasında bize çok büyük ölçüde yardımcı olmuş, Bu da tarihî bir belge, ihtiyarlık, hastalık mevzuatının hazırlanması.

Ondan başka, Doktor Springer -ki biraz evvel bahsettim ve iki mimar- onlar da emek vermişler. .

1953 yılında Sosyal Sigortaların işçi meskenleri yatırımları, ki o zaman işçi meskenleri için Sosyal Sigortalar, Emlak Kredi Bankası vasıtasıyla krediler veriyordu, verdirildi, çünkü biraz evvel Beyefendi de buyurdu, Teşkilat Kanununa konulan bir maddeyle, Sosyal Sigortaların birikmiş fonlarının bir kısmı işçi meskenlerine yatırılmak, bir kısmı tahvillere yatırılmak gerekiyordu. Bu vesileyle 1951’lerde başlayan, fakat Kurumun denetimine tabi olmadığı için, sadece bir kredi açın müessese olduğu için, kooperatifler, o zamanki Kooperatifler Kanununa göre faaliyette bulunuyorlar ve de çoğu başarılı bir sonuca gidemiyor. İşçi meskenleri yapımında çok aksaklıklar oluyor ve mütemadiyen ek krediler isteniyor, doğru sarf ediliyor, yanlış sarf ediliyor, her neyse bunlar teferruat ve o yıllarda, ben yine müfettiştim ve bana bir görev verildi, Emlak Bankası Umum Müdürlüğü namına da bir arkadaş verildi, ikimiz bütün Türkiye’yi tarayarak, işçi meskenleri kooperatifleri nerede kurulmuş ve nerede faaliyette ise, onların durumlarını yerinde inceledik, ek kredi verilir mi verilmez mi, hangisi başarılı, hangisi sonuca varmış, onların etütlerini yaptık.

Bu arada, 1955’lerde işçi meskenleri yapı kooperatifleri hakkında, çok enteresandır, yine beynelmilel uzmanlar çağrılmış ve onların bazı tavsiye raporları var. Bunlardan bir tanesi Avusturyalı

Vagner’in 1955 tarihli bir raporu var ve bu Birleşik Amerika Yardım Heyetinde Mesken Müşaviri, mimar olarak Kuruma birtakım tavsiyelerde bulunmuştur. Daha sonra da, Bad, Manşon ve Abramt isimli üç ayrı mütehassısla, yine 1960’larda işçi meskenleri ne yapılmalı, ne edilmenin raporlarını vermişlerdir. Yani, o yıllar, Kurum, gerek memleket içinde akademisyenlerden gerek kendi Kurum bünyesinde çalışan -aktüaryada vesairede- hesap kitap adamlarının fikirleri alınarak ve gerekse Birleşmiş Milletlerin aldığı teknik elemanların raporlarını değerlendirmeleri yoluna gitmiştir. Ta ki, 1970- 1971’lere gelinip, Zelenka’nın raporu ortaya çıkıncaya kadar. Zelenka raporu 1972’lerde de Türkiye’de çok zelzele yarattı; bugünlerde de belki yine konu bunun üzerine oturtuluyor: Kurum neden batmaya doğru gidiyor, çeşitli sebepler arasında. Biraz bu sebepten ben, hemen 1972’lerde -gerçi benim dönemim değil, ben o günleri yaşadım ama’, bana verilen konudaki dönemleri biraz aşıyor ama, hemen özetle sunacağım- Zelenka raporu neydi, bu dünyanın bir numaralı aktueri ne verdi ve de onun üzerine 1972’lerde Batının görüşleri neydi, çok kısa bir özetlemek istiyorum.

1975 yılında Sosyal Sigortaları irdeleyen Celalettin Çetin, ki konularda çok yazıları vardır- “Ünlü Zelenka Raporu Neydi” diye bir pasaj koymuş: “Bir süre önce SSK’nın içine düştüğü parasal çöküntü üzerine Türkiye getirilen yabancı uzman Antoin Zelenka, yaptığı uzun araştırmalardan sonra hazırladığı raporda bazı önerilerde bulunmuştu. Bu önerilerin başında, emeklilik yaşının 60-65’e çıkarılması geliyordu deniliyor. Oysa, bu Türk toplumundaki, özellikle Türk işçi kesimindeki ölüm ortalamasını bilmeyen kişinin son derece yanlış değerlendirmesiydi. Daha doğrusu, sosyal güvenlik alanında uluslararası ün yapmış bu yabancı uzmana, ülkemiz gerçeklerine ters düşen bilgiler verilmişti.” Deniyor ve kendisine atfen, “Bana memleketinizin gerçeklerini doğru yansıtmadılar. Kabahat benim değil. Ben ülkenizde ortalama yaşama süresinin 5 5 yıl olduğunu bilmiyordum.” Hangi istatistiklere dayanıyor bilemiyoruz, bugün de mi 55 yıl, 25 sene evvel mi 55 yıldı yaş ortalamaları, herhalde o zamana göre verilmiş bir rakam. Okumaya devam ediyorum: “55 yıl olduğunu bilmiyordum, üstelik sizin işsizliğiniz varmış ve bir de Anayasanızda eşitlik ilkeniz varmış. Mademki memurlarınız 25 yıl hizmet sonunda emekli olma hakkına sahiptir; siz işçiler elbette bu hakka daha öncelikle sahip olmanız gerekir.

Bana bu derece kızmanıza da gerek yoktur. Ben mutlaka işçi haklarını geri alın demedim. Sosyal Güvenlik Kuruluş Kanununuzda, devletin her yıl bütçeden gerekli yardımı yapmasına dair hüküm var, onu işletin dedim -gerçekte öyle bir işleme yok tabiî- varlıklarınızı iyi değerlendirin dedim. Mülk edinmeye bakın. Astronomik rakamlarla binalar kiralamayın. Binalarınızı sembolik ücretlerle kiraya vermeyin, israf kapılarını iyi kapatın dedim. Ne yazık ki, beni size yanlış tanıtanlar, güya benim fikrimmiş gibi, sizden görünüp, sizin karşınızda yer aldıklarını benim raporuma taş çıkaracak raporlar tanzim ederek, Parlamentoya ve etkili yerlere verdiklerini duydum ve çok üzüldüm” Kenan Durukan isimli, o zamanki meşhur Harp-İş’in Sendikacısına da bu açıklamayı yapıyor.

Şimdi, evet, aslında Zelenka raporunda, yalnız yaşı indirin demiyor, birçok tavsiyelerde bulunuyor, ki o tavsiyelerin çoğu bugün de geçerli.

Şimdi bakınız, aynı sene bir Profesör Doktor Adil İzveren -bu profesör herhalde buradaki fakültelerden birisinde profesörmüş- 1975 yılında Cumhuriyet Gazetesinde Sosyal Sigortaların o zamanki ve biraz da bu zamanki bütün dertlerini analiz eden bir makaleyi yayımlamış, oradan bazı pasajlar okuyacağım: “Bugün bile SSK’nın kapsamına giren emekçi gruplarının hızla artması, tabiatıyla faaliyet alanını da süratle genişletmekte, fakat bize göre bu Kurumun, aşağıda açıklanacağı üzere, amaçlarından saptırılmış olan bugünkü örgüt ve çalışma düzeninin sürdürülmesi halinde, çığ gibi artan sigorta hizmetlerini kısa süre sonra büyük ölçüde yapamayacak duruma geleceği düşünülmelidir.

SSK’nın bugün yürürlükte olan 4792 sayılı Teşkilat Yasasına göre, Kurum, malî ve İdarî yönden muhtar bir tüzelkişilik görüntüsündedir; fakat, bu bağımsızlık gerçekten sadece kâğıt üzerinde kalmaktadır. Zira, Kurum, bir yıl öncesine kadar Çalışma Bakanlığına bağlı idi, şimdi ise Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı olmakla, Kurumun teşkilatına bir yenilik getirilmemiştir, sadece bağlılığı değişmiştir. Böylece, Kurumun Genel Müdürü ile yardımcıları, Bakanın teklifi ile müşterek kararnameyle atanmaktadır. Kurumun 8 üyeden oluşan Yönetim Kurulunun 6 üyesi Hükümet temsilcisinden ve diğer 2’si de tamamıyla etkisiz ve göstermelik nitelikte işçi ve işveren temsilcilerinden seçilmektedir.” 1975’in tablosudur bu. Tabiî, sonradan bu Yönetim Kurulunun oluş şekli biraz daha değişikliklere uğradı. Okumaya devam ediyorum: “Kurumun, aslında en önemli ve alınacak kararlarda başlıca etken olması gereken Genel Kurulu ise, oluşumu ve yetkisi yönünden tamamıyla etkisiz ve dünyanın hiçbir yerinde görünmeyen görüntü bir organ niteliğindedir.” Çok önemli, biraz evvel bu konuya ben de değinmiştim, bunu bir ilim adamı yazıyor. Devam ediyorum: “Bir kere, Genel Kurulun eşit sayıda işçi ve işveren temsilcilerinden oluşması kuralı yanlıştır. Zira, Kurumun varlığı ve geleceği üzerinde etken ve söz sahibi olması gereken grup, Kuruma kayıtlı 1,5 milyona varan -o zaman öyleydi, zannediyorum şimdi 3 milyon civarındadır- bir kitleyi oluşturan emekçilerdir. İşverenlerin ise, Kurumla sadece parasal ilişkileri yönünden Genel Kurulda en çok üçte bir oranında temsili gerekir. Kaldı ki, Genel Kurulu oluşturan işçi temsilcileri de, sadece Türk-İş’ten katılmakta, diğer güçlü işçi konfederasyonu DİSK’ten temsilci gönderilmemektedir” gibi bir tenkiti de olmuş. “Bundan başka, Genel Kurulu sadece etkisiz istişari bir karar organı durumuna sokan aksaklık, Genel Kurulun eskiden var olan Kurulun çalışma raporlarıyla bilançolarını onaylama ve ibra yetkisinin 23 sayılı Kanunla kaldırılmış olmasıdır. -Bu da, 1960 ihtilalinde kalkmıştı- Böylece, 15 yıldan beri yapıla gelen Genel Kurul toplantılarının pratik hiçbir faydası yoktur, ayrıca da masrafı vardır.

Harcanan emeğe ve yapılan bunca masrafa yazık olup, sadece, hiçbir suretle gerçekleştirilemeyecek bazı temennileri dile getirmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır.” O zamanki işçi temsilcilerinin çoğunun tabiriyle, ağlama duvarından ileriye de gitmemiştir… “Böylece SSK’nın Genel Kurulları -bizim öteden beri müşahedelerimize göre- gerçekte, sadece profesyonel sendika erbabıyla, bazı nutuk çekme meraklılarının toplantı gündemlerini doldurmalarına yaramaktadır. SSK’nın faaliyetinde önemli aksaklıklar doğuran bir etken de, Kuruma bugünkü mevzuatla kurulmuş, amaçları dışında görevler yüklenmiş olmasıdır; bu çok önemli. Genel Kurullarda müzakerelerin ağırlığı ise, öteden beri bu amaçlar dışındaki faaliyetlere yöneltilerek, Kurumun esas amacından saptırılmaktadır.

SSK Teşkilat Yasası ile sanayi sektörüne işletme kredisi sağlamakla yükümlü tutulmuş” ki, pek işlemedi bu.

“Dar gelirli emekçi kitlelerin sosyal güvenliğinin sağlanması amacıyla tesis edilen Sosyal Sigorta fonlarının, hangi ölçüde olursa olsun, amaç dışındaki gayelere tahsisi yoluyla talana kalkışılması, Anayasaya aykırı kaba bir sömürü anlamına gelir ki, bu garip durumun benzerine dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.

SSK’nın diğer bir kuruluş düzensizliği de, bu Kurumu özel hukuk kurallarına tabi bir devlet Kurumu niteliği verilmiş olmasıdır. Bu durumun, Sosyal Sigortaların mecburi sigorta niteliği ve ilkesiyle bağdaşmayacağı açıktır. Bu düzensizliğin kötü sonuçlan ise, bilhass; işverenlerden prim tahsil edilememesinden görülmektedir.

SSK’nın temel amacı dışında yüklenen diğer büyük bir yük d< sosyal konut kredisi tahsisi yüküdür. Emekçi halka sosyal, ucu; krediyle mesken temini, devletin genel sosyal yardım faaliyetler içinde düşünülmesi ve bugünkü mevzuatımıza göre de İmar ve İskâr Bakanlığının başlıca görevleri arasında bulunması gereken bir iştir Bugüne dek Genel Kurullarda işçi meskenleri üzerine tartışmalarır ağırlığı, SSK Genel Kurullarını âdeta bir yapı kooperatifi toplantısın, dönüştürmüştür. -Çok dikkate değer- Diğerleri gibi, bütün bu çabalarıı tek amacı, sadece biriken Sosyal Sigorta fonlarından, sosyal güvenlil ilkesi dışındaki bu gibi faaliyet alanlarına kolay malî olanal sağlamaktadır ki, aslında Anayasanın 48 inci maddesine açıkça ter: düşen bir durumdur.”

Efendim, zannediyorum 1970 yıllarında 20 milyarı aşkın bir yatırımı banka vasıtasıyla veya direkt şu veya bu şekilde işçi meskenlerine kaydırmak mecburiyetinde kalmıştır SSK. Tabiî, dünya otoriteleri, “Sosyal Sigortaların böyle bir görevi yoktur, bunlar yar işlerdir, görevinin dışına çıkmıştır” diyorlar. Yapılmıştır; fakat, -o zamanın şartlarına göre- yüzde 5 faiz ve 20 sene vadeli bu bı kredilerin hiçbir zaman enflasyona endekslenmemiş olması dolayısıyli 20 milyar olsa olsa yine 20 milyar olarak geri dönecektir ki -dönmüştü veya daha da varsa dönecektir- bugünün parasıyla kaç trilyor olduğunu hesap etmek lazım. Elbette ki zamanla enflasyonun bu parayı ufalaması karşısında, Kurumun da bunu düşünmesi… Dahi doğrusu tabiî Kurumun özerkliği yok da, kanunların ona göre düzenlenmesi ve bir intibak yapılması gerekirdi herhalde; ama, bu di yapılmamış ve böylece fonlar…

DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK – Yaşlılık sigortasıyla ilgili ne tür hatalar yapıldı sizce Kurumca?

SABAHATTİN FINDIKOĞLU – Efendim, okumakta olduğum pasajı bitireyim, ona da cevap vereceğim.

“SSK’nın maddi olanaklarını kemiren diğer önemli bir konu da, bir süredir uygulanan önceki hizmet yıllarının borçlandırılması yoluyla SSK’ya saydırılmasıdır…” Yani, borçlanma konuları, 1186 sayılı Kanun, işte üç dört kanunda yer almıştır çeşitli borçlanmalar. Bir kısmı çok ucuz borçlanma olmuştur, karşılığı tam manasıyla alınmamıştır. “O özellikle kontrolü güç ve hatta birçok hallerde imkânsız olan ve bu nedenle de çok suiistimal edilen bu yolun kapanması veyahut sınırlandırılması, Kurum kaynaklarının haksız olarak daha fazla sömürülmesinin önlenmesi bakımından bizce bir zorunluluktur…” O zamanlar çıkan borçlanma kanunlarını kastediyor bu Profesör; ama, daha sonra yakınlarda, yine basında takip ettiğimiz gibi, yine sanatkâr borçlanmaları var, vesaire… “Sanayileşmiş ve sanayileşmeye yönelen ve özellikle intikal döneminde bulunan toplumların artan sosyal sorunlarına paralel olarak, sosyal güvenlik sorunları da önümüzdeki yıllarda hızla artacaktır. Bizde aslında bugün faaliyette olan üç büyük sosyal sigorta kuruluşunun -SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur’un- düzen sorunları genellikle birbirinin aynıdır; fakat, şu günlerde SSK Genel Kurulunun toplanması nedeniyle burada sadece bu Kurumun faaliyetlerine değindik…” Efendim, Beş Yıllık Kalkınma Planlarında -ki zannediyorum şu sıralarda Yedincisi yapılmış- yıllardır, en az 25 senedir sosyal güvenliğin Türkiye’de tek şemsiye altında toplanacağı, toplanması gerektiğine hep değinilmiştir; ama, tahakkuk edememiştir, şu veya bu sebeple.

“1971 Mayısında Birinci Erim Hükümetinin Reform Programının içinde, ülkenin sosyal güvenlik sorunlarının çözümü için, Devlet Planlama Teşkilatınca toplanan bir alt komisyonda görevlendirilmiş ve oldukça geniş kapsamlı bir de rapor hazırlamıştık” diyor; yani, bı Profesör görevlendirilmiş. “Bu raporda, ülkenin tüm sosyal güvenlik sorunlarının nasıl çözümlenebileceğine ilişkin bazı önemli önerilerimiz de vardı; fakat, sözü geçen reform programlarının o dönemin gereği biı aldatmaca ve görüntüden ibaret olduğunun anlaşılması üzerine, tabiatıyla bu gibi raporlar ve öneriler de rafa kaldırılmıştır. Bu önerilerden biri de, ülkenin sosyal güvenlik işlerinin tümünün, Sosyal Güvenlik Bakanlığı adı altında bir bakanlığın görevleri içinde birleştirilerek, düzene konması idi. Bu fikir gelişerek, her ne kadar kısa bir süre önce Sadi Irmak Hükümeti sırasında aceleyle ve hiçbir ön çalışma yapılmadan Sosyal Güvenlik Bakanlığı kuruldu ise de, yapılan iş -bize göre- sadece bir ad değişikliğinden ibaret kalmıştır.

Şimdi, SSK’nın aksaklıklarının giderilmesinde bize göre, kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki yol takibi gerekir. Kurumun kuruluş kanununda yapılabilecek değişikliklerle kısa yoldan müessesenin bugünkü kritik durumundan derhal kurtarılması mümkündür; fakat, bu arada ülkenin tüm sosyal güvenlik sorunlarının da birlikte ele alınması gerekir.

Sonuç olarak; sosyal güvenlik sorunları, her modern toplumda olduğu gibi, bizde de partilerüstü bir devlet politikası olarak ele alınmalıdır, ki ana dert de budur herhalde, bu bakımdan ilk önce tüm siyasal partilerin bu esas üzerinde birleşmeleri zorunludur. Zira, bilimsel ve teknik açıdan amaçlarına uygun hizmet görebilen bir sosyal güvenlik sistemi, milyonların oluşturduğu emekçi halk kitlelerinin biricik güvencesidir…” Böylelikle özetlemiş oldum. Bu arada, bir başka, 1972 yılında Hürriyet Gazetesinden kesmişim, çok enteresan, bu meşhur Zelenka ile Hürriyet Gazetesinin çok değerli muhabirlerinden meşhur Cüneyt Arcayürek’in bir röportajı var. “Bakınız, Antuan Zelenka, kendisine Sosyal Sigortalar Kurumı hakkında sorduğumuz sorulara şu cevaplan vermiştir…” Yalnızraporları vermekle kalmamış, röportaj da yapmış.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK- Türkiye’de ilgili makamlar, sizi işçilere 25 yıl değil, 30 yılda; 55 değil, 60 yaşında emekli olmalarını sağlayan bir rapor telkin ettiler mi?

SABAHATTİN FINDIKOĞLU- Hayır, öyle bir telkin olmadı, teklif de olmadı; ancak, her seferinde ilgililerden gerekli ve arzuladığın bilgileri aldım. SSK hakkındaki raporları da bunların ışığında hazırladım. Ancak, raporda yazdıklarım tamamen kendi fikirlerimdir Raporda SSK’nın bugünkü durumunu dikkate alarak fikirlerim sıraladım. Yol göstermeye çalıştım. Bütün bunları da iktisadi analize olarak yazdım.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Türkiye’de Sosyal Sigortalarır şartları Batının şartlarına uyuyor mu?

SABAHATTİN FINDIKOĞLU- Türkiye’de işçiler için düzenlenen SSK’nın standartları çok fazla cömerttir. Avrupa’da işçiler 25 yıl değil, çok daha fazla çalışırlar. Eğer çalışma süresi burada 25 yıl olarak kabu] edilseydi, Avrupa işçilerinin yüzde 70’inin bir süre sonra çalışmayacağı görülürdü. Türkiye’deki standartlar hiçbir ülkede yoktu. Avrupa’dc işçiler erken çalışmaya başlasalar, hepsi 40 yaşında emekli olur. Ki Türkiye’de, ki mevzuatlar ona müsait değil, 55, 60, 65 vesairedir Yeryüzünde bizim kadar, 38 veya 43 yaşında emekli yaptıran hiçbir sosyal güvenlik teşkilatı yok.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK- Sizin raporunuzun, Sosyal Sigortalar Kurumundan zararını kapatmaya hedef aldığı bildiriliyor, buna ne diyorsunuz?

SABAHATTİN FINDIKOĞLU- Sosyal Sigortalar Kurumunur parası sınırlıdır, hesaplıdır. Sigorta, sadece primlerden gelir sağlar vebunları dağıtır. Primlerden sosyal yararların sağlanmasına çalışır Bugün dağıtılan ve dağıtılacak olan para ve gelir, ilerisi için yeterli değildir. Primler artırılmalı, yaş süreleri uzatılmalıdır. Birkaç yıl sonra SSK’nın o kadar geniş dağıtımı olacaktır ki, primler hiçbir şekilde yetmeyecektir. Bu çok tehlikeli bir yoldur. Sigortanın gelirleri, asla giderlerini karşılamayacaktır. Ben, Türkiye’de verdiğim raporda SSK’nın nereye doğru gittiğini göstermek istedim ve yapılması gerekenlerin bunlar olduğunu söyledim. O zamanın meşhur münakaşalarından bazı kesitler verdim.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Şu konuyu deşmek ister misiniz; özellikle 1946’lardan başlayarak baktığımız zaman, yaşlılık sigortası için prim toplanıyor; fakat, 25 yıl hiçbir sigortalı emekli olmayacak, 50’den itibaren. Bir biriktirim dönemi bu. Bu dönem içinde yaşlılık sigortası için dar görüşlü adımlar ya da ileriyi yeterince görememe şeklinde çeşitli hatalar yapılmış mıdır? Bir değerlendirme yapabilir misiniz?

SABAHATTİN FINDIKOĞLU – Efendim, ben yaşlılığın mütehassısı değilim, yaşlılık sigortası ayrı bir sigorta. Burada çok değerli müdürler çalıştı, kitaplar, raporlar yazıldı. Ben SSK’da Genel Müdürlük müfettişliği yaptım, o konulara da girdiğim vakidir ama, çok derinliğine gitme yetkim yok; ama, genel olarak söyleyeyim, konu ondan sonra zaten patlak vermiştir. Yani, genç emeklilik. Türkiye bir emekliler cenneti haline gelmiştir. Adı ihtiyarlık sigortasıdır; ama, 40 yaşındaki bir insanın ihtiyarladığına kimse inanamaz. Yani, iş başında buradan başlıyor. Tabiî, bu işin bir hesabı kitabı var, ona göre bir prim alıyorsunuz.

Keza, çok yanlış bir kanı var, o da şu: İşçi 20 yıl çalışıyor… 20 yıl çalışmıyor efendim, biz 20 yıl çalışma şartı aramıyoruz. Sigortalılık süresi başka bir mefhum, parça parça, aralı aralı 20 yıl veya 25 yıldır. Onun içerisinde, 5 bin gün dediğimiz, yani 14 senelik prim ödemes: yetiyor. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok. Emekli Sandığında da yoktur; sizler, bizler 25 yıl dolu günler çalışarak emekli oluyoruz, Binaenaleyh, tenkitlerde hep ucuz emeklilik, kolay emeklilik, tabii sonradan sağlanan esas konu da o oluyor, borçlanma konuları, basit borçlanmalar, ucuz borçlanmalar, sahte borçlanmalar, vesaire… Bütün bunlar bir tablo meydana getirdi: Yetmezlik! Dünyanın en fazla primi Türkiye’de alınıyor, bunu da istatistikler gösteriyor ve arkadaşlar hep bilirler, SSK’nın iş kazaları, meslek hastalıkları, ihtiyarlık, hastalık primleri haddi 34,5-35’e doğru gider ki, dünyada bu kadar prim alan ülke yok gibi, galiba ya birinci ya da İkinciyiz. Ve primi artırmak mümkün değil. O halde bu primi iyi kullanmak, yerinde kullanmak, ucuz kullanmamak gerekir.

Yatırımlar, tahviller, vesaireler, onlar çok derin konular, hiç şüphesiz. Kanun mecbur etmiştir, Sigorta muhtar ama, muhtariyeti lafta. Kanunda diyor ki: “Emeklilik fonlarından şu kadarını devlet tahvillerine yatıracaksınız” Yatırıldı o zaman, yüzde 5 veya 6 ile. Sonra piyasa yüzde 9’lara, 10’lara, 11’lere çıktı; o zaman bu kadar enflasyon yoktu; ama, Sigorta hep geride kaldı, hep hazırdan yendi. Bugüne birdenbire gelinmedi beyler, bugün sağa gidiyorum, sola gidiyorum: “Yahu, SSK iflas ediyormuş, etmiş, ediyor, battı, batıyor…” Bu tablo birdenbire meydana gelmedi. Bu tablo, işte, bu meşhur aktüerlerin, profesörlerin, vesairenin, “Bilimi dinleyin, tekniği dinleyin, hesabı dinleyin, aktüaryeyi dinleyin, bunların raporları verilmiş, hazırlanmış, sayısız kitap var, makale var. Bunların dışına çıkmayın ey siyasiler” denildi ama, olamadı ve bugünkü tablo meydana geldi. Daha fazla bir şey söyleyemeyeceğim.

Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK – Efendim, bizim bu toplantımızda bir usul de var, katılanlara soru ya da katkı biçiminde değerlendirmelerini alıyoruz, ondan sonra yine arada söz veriyoruz.

SABAHATTİN FINDIKOĞLU – Kendi sahamda bilebileceğim ve de şu dönemi de aşan konularda peki daha ileride birçok konularda arkadaşlar bilgi vereceklerdir zannediyorum. Onların da tekrarı olur söylediğim şeyler; ama, yine de sual sormak isteyen varsa buyursun…

BAŞKAN – Buyurun Nuri Bey.

OSMAN NURİ TEKMAN – Şimdi, SSK’nın tarihçesinden bahsetmeyeceğim. Sayın Fındıkoğlu ve Genel Müdürüm İlhan Altan Bey, az çok bahsettiler. Ben birkaç noktaya değinip bugünkü duruma gelmek istiyorum.

Evvela 1186 sayılı Kanun çıktığı zaman, Kurum, yaş kaydından hizmet kaydına geçmiştir aylık bağlamak için; 50-55 yaş değil, 25 yıl erkeklerde, 20 yıl kadınlarda ve bunun yanında, 5 bin gün prim. Yani, 13 yıl 10 ay 20 gün prim ödemekle aylığa hak kazanma şartı getirilmiştir. Mecliste Yasanın kabul edildiği gün, Genel Müdürün başkanlığında bir toplantı yapıldı. Rahmetli Nihat Seremoğlu isminden bahsettiler- Aktüerya Müdürü idi ve çok sinirli bir halde içeriye girdi: “Bu Kanunu böyle çıkarıncaya kadar, SSK’nm önünden geçenlere aylık bağlanır diye bir madde koysalar yeterdi” dedi. Bundaki isabetsizliği çok koyu bir şekilde bu şekliyle ifade etmişti.

Zelenka’nın raporundan bahsedildi ve biraz evvel Sayın Fındıkoğlu da, kendisine verilen bilgilerin yanlış olabileceğinden, ona göre bir rapor tanzim ettiğinden bahsetti. Zelenka’nın raporu bence tutmadı, gerçek olmadı. Neden olmadı; şundan dolayı olmadı: Zelenka’nın rapor hazırladığı zaman, sosyal güvenlik kuruluşları birikim sistemi denilen bir sistemle aktueryasını yürütüyordu. Halbuki o günden sonra, dağıtım sistemi dediğimiz sistem yürümeye başladı. Birikim sistemi, enflasyonun sıfır olduğu veya sıfıra çok yakın olduğu dönemlerde, her bir sigortalının kendi ödediği primlerini, emekli olduğu zaman alacağı maaşları ölüm halinde, geride kalan hak sahiplerinin alacağı maaşlarını karşılaması esasına dayanıyordu. Halbuki, enflasyonun hızlı olduğu dönemlerde, işçinin biriktirdiği primlerin o günün şartlarına göre çok iyi değerlendirilmesi lazımdı. Bu, bizde olmadığı gibi Batıda da yapılamamıştır. Batı da dağıtım sistemine geçmiştir.

Dağıtım sistemindeki esas da şudur: Bugün çalışanlar, kendilerinden evvel çalışmış olan, yani emekli olan kişilerin aylıklarını karşılarlar. Bugün çalışanların ödedikleri primlerle daha önce çalışıp onlar da kendilerinden önce çalıştırılanların aylıklarını karşılamışlardı; onların yaşlılık aylıklarını karşılar; sistem bu. Bu sistem olunca, neticede bir matematik formül çıkıyor: Çalışanlar çarpı, bunların ortalama kazançları, çarpı prim oranı eşit olacak emekliler sayısıyla emeklilere verdiğimiz aylık. Bu aylık da tabiî çalışanların ortalama aylığı gibi, o aylığın oranı ne kadar olmalıdır ve artı, yönetim giderleri olacaktır. Bu formül olduktan sonra, biz yaş şu olsun, yaş bu olsun diye münakaşa etmemize, bence gerek yok. Hükümetin IMF ile ilgili olduğu söylenilen bir raporla bir yaş getirme çabası var. Türk-İş de buna karşı çıkıyor; ama, buna karşı çıkarken, hiçbir zaman demiyor ki: “IMF şu yaş olsun demiş, hayır, şu yaş olsun” da demiyor. Yalnız söylenen yaşa karşı çıkıyor. Öyle tahmin ediyorum ki o yaşların altında bir yaş getirilseydi, gene karşı çıkılacaktı; çünkü, sendikacılığın doğasında bu var.

Böyle olunca, oturup bir hesap yapmak lazım. Yaşı tespit edeceğiniz zaman, verebileceğiniz prim oranını ortaya koymanız lazım. Ne kadar prim verebilirsiniz; yüzde 10 mu, yüzde 15 mi, yüzde 20 mi; bunu koyacaksınız. Bunu koyduğunuzda, sigortalıların ortalama kazançları bellidir, sigortalı çalışanlar bellidir, o çarpımın sonucu çıkan parayı emeklilere -yönetim giderleri düşüldükten sonra- dağıtacaksınız. Tabiî, bu hesap yapılırken, biraz çetrefil hesap, yani aktüeryal hesap aktüeryal hesap dememizin nedeni orada; emekli maaşları dağıtılırken oradaki oranı da tespit edeceksiniz. Çalışırken aldığı paranın ne kadarını alabilmelidir oran olarak. İşte, bu oranları tespit ederseniz, size bir kabul ettiğiniz oran çıkacak: Çalışanlarla emekliler arasındaki oran ne olmalıdır?.. O oran çıktıktan sonra, ülkemizin yapılmış yaş gruplarına göre istatistiği var. Bu istatistikte, belli bir yaşın yukarısını çalışanlar olarak aldığınızda, diyelim ki 20 yaşı aldığınızda, 20 yaş üzerindeki grubun içerisinde, o orana göre yukarı yaşlardan ne kadar aşağı inebilirsiniz… O indiğiniz seviye, yaşlılık aylığının seviyesini belirleyecektir.

Ben, 48 seneye varan, bunun 26 senesi SSK içerisinde geçmiştir -son görevim Tahsis Daire Başkanlığı idi- 12 yılı Türk-İş’te Sosyal Güvenlik Uzmanı olarak geçmiştir ve ayrıldıktan sonra 6-7 yıl da sendikaların seminerlerine katılarak hocalık olarak geçmiştir. Bu birikimim sonucu vardığım netice budur.

Şimdi, şunu düşünüyoruz, diyoruz ki: SSK’nın fonları nasıl işletilmeli?.. SSK’nın fonlarının işletileceği dönem, 1.4.1950’de yaşlılık sigortasının yürürlüğe girdiği günden, yasanın -geçici maddeleri hariç- esas uygulamaya geçecek 1.4.1975 senesine kadar biriken primler değerlendirilecek. Bu değerlendirilemedi, türlü nedenlerle. Enflasyona göre daha düşük faizlerle işletilmiş, siyasî kuvvet etkilemiş, şu arsayı alacaksın demiş, burayı alacaksın demiş, aldığı yere binayı o gün yaptırmamış gibi nedenlerle fon aslında bugün bitmiştir ve ben bunu treni kaçırmak olarak ifade ediyorum, tren kaçmıştır; tekrar yakalamamıza imkân yoktur. Batıda bunu yapmış ülkeler, biriktirmişler ve işleyen yerlere koymuşlar. Bildiğim kadarıyla, yanılmıyorsam, İngiltere sigortası İngiltere PTT’sine ortaktır, oradan kâr alır ve bu neyi sağlar; bugün yapılmış olsaydı bize neyi sağlayacaktı?.. Bu bize iki şey sağlayabilirdi: Bir, biraz daha erken emekli olmaya imkân verirdi, oradan bir gelir olduğu için veya prim miktarının biraz daha aşağıda tutulmasına yardımcı olabilirdi. Bunlar yapılamadığına göre, bugün Asiye’yi nasıl kurtarırız meselesi ortaya geliyor.

Ben, biraz belki iddialı konuşacağım; bana bugün sigorta uygulanmayan bir ülke verin, ben oranın sosyal sigortasını bizimkinden daha iyi işletirim. Nasıl işletirsin; şu hesabı yaparım: Kime hangi yaşta aylık bağlayacağım, o yaştakilerin bir kere hepsine aylığı bağlayabilirim. Çünkü, çalışanlardan toplayacağım parayı -o ay içerisinde- aybaşında emeklilere dağıtacağım. Yani, bir birikime gerek yok. Bunu yapabilmenin koşulları var yalnız, işte o koşulları uygulayabilmek lazım. Nedir bu koşullar; evvela sosyal sigortanın en büyük ilkelerinden biri zorunluluktur, Sayın Fındıkoğlu da bahsettiler, zorunlu sigorta yaptıracağım. Ama, yasaya öyle hükümler getirmişsiniz ki hep sağdan soldan kaçmış. Bugün kayda tabi olmayan diye bahsedilen, sigortalı kadar, çalışan olduğu varsayılıyor. Bunların hepsini sigortaya sokarsanız, Sigortanın yükü biraz daha hafifleyecektir. Bu, hem zorunludur hem genel olacaktır, herkesi içerisine alabilecektir.

Nimet, eşittir külfet dengesi, gene ilkelerinden biridir. Ne ölçüde prim aldıysanız, o ölçüde ödeme yapacaksınız. Yani, karşılıksız ödeme yapamazsınız, karşılıksız ödeme yaparsanız bugünkü duruma getirirsiniz. İşte, sosyal yardım zammı denilen para, hiçbir karşılığı olmayan bir paradır. Sonradan yasaya ilave edilmiştir. “Efendim, kamu kuruluşundan emekli olanların sosyal yardım zamlarını bu kuruluşlar öder…” denilmiş, sosyal yardım zamlarını bırakın, kamu kuruluşları doğru dürüst primlerini ödemiyorlar. İkinci bir sorun, bu nimet-külfet dengesi; ama, enflasyon içerisinde siz primleri ödediğiniz zaman düşük ödüyorsunuz, ileriki yıllara göre; fakat, satın alma gücü bakımından daha kıymetli. Biraz evvel içerideki sohbetimizde Sayın Fındıkoğlu söyledi, ben 123 lira maaşla başlamıştım, ben de 175 lira maaşla başlamıştım, o günkü fiyatlarla o günkü maaşı verseler, biz ona razıyız. Öyle olunca, bizim o günkü 123 liramızın bugünkü değeriyle aylığımız hesaplanırken değerlendirilmesi, yani güncelleştirme katsayısı denilen bir sayı ile değerlendireceksiniz. Bunu da gene sosya sigortanın bünyesi içerisinde yapacaksınız. Bakanlar Kurulu katsayıy; tespit etmeyecek. Bunun hesabı şudur: O yıl aldığınız prime esas ortalama kazancın, eski yıllardaki kazançlara göre orantısını bulup ve kazançları bugünkü seviyeye getirmekle olacaktır.

Kazançta SSK bir tavan koymuş. Bugün tavan 18 milyon civarında. 18 milyon da brüt. Halbuki, bugün çalışanların büyük biı kısmı diyebilirim, bu 18 milyonu net olarak alıyor, bunun brütü iki katı. Siz buradan prim almıyorsunuz; ama, emekli edeceğiniz zaman da, o prim almadığınız miktara göre bir maaş alsın diye çabalıyorsunuz ve sosyal yardım zammı diye getirip, karşılıksız bir para ödüyorsunuz. Bu da olmaz; nimet eşittir külfet dengesinde bu tavanın açılması lazımdır.

Devletin katkısına geleceğim. Yalnız benim görüşüm çok kişiye ters düşer, onu önce belirteyim. Devletin katkısı olmalı mıdır?.. SSK, üç şekilde finanse edilir: Bir, çalışanlardan aldığınız primle olur, yalnız prim alırsınız. İkincisi, prim artı vergi, yani devletin katkısını sağlarsınız. Üçüncüsü, bunu tamamen devlet karşılar, vergiyle. Bugün uygulamamızda bu bana ters geliyor, şöyle ki: Anayasanın eşitlik ilkesine ters düşer. Ha, devlet başka türlü katkıda bulunabilir mi; bulunabilir. Nasıl bulunur; Suudi Arabistan’daki gibi bir yerden petrol fışkırır, o zaman bulunursunuz. Böyle bir şey olmadığına göre, bence devletin katkısı da havada kalmaktadır. Çünkü, devlet katkıda bulunduğu sürece hem çalışanlardan hem o sigortaya tabi olmayan kimselerden aldığı vergilerden buraya katkıda bulunacaktır.

En mühim problem; SSK mevzuatına politikanın karışmamasıdır. Biraz evvel Sayın Fındıkoğlu da değindi. Bu politikanın karışmasına bir örnek vereceğim -çünkü yaşadığım bir şey- Türk-İş’te uzman olaral çalıştığım zaman, 506 sayılı SSK Kanununda bir değişiklik yapılıyor Sağlık ve Sosyal İşler Komisyonunda bu değişiklik görüşülürken, herc işverenlerden hem de en büyük üyeye sahip Türk-İş’ten uzman çağrılu ve ben de Türk-İş vazifelendirdi, gittim, hatırlıyorum. Katılırken, konunun dışında- Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili, Türk Harb-İş’in de Başkanı Kenan Durukan vardı. Millî Selamet Partisi idi o zamanki adı, Doktor Emin Acar -tıp doktoru- Emin Acar sohbet esnasında Kenan Beye dedi ki: “Bu yaş olmaz, çok genç emekli olunuyor. Buna bir çare bulalım.” Kenan Durukan da dedi ki: “Doktor, ben seninle beraberim – günlerden cuma idi, konu akşam bitmedi, pazartesi devam edecek- seninle yarın, öbürgün beraber çalışalım, bir yaş tespit edelim ve ikimiz bir teklif hazırlayıp, imzalayıp verelim.” Nihayet, pazartesi oldu, geldik, Kenan Durukan geldi, Emin Acar ortalıkta yok. Kenan Beyi de Türk-İş’ten tanıyorum, ben de oranın temsilcisi olarak katıldım. “Yahu” -dedi afedersiniz, böyle “Yahu” derdi- “Emin Beyle bir türlü anlaşamadık. Emin Bey emeklilik yaşı 63 olsun diyor, ben de doktor 62 olsun diyorum, hayır olmaz diyor. 64 olsun diyorum, yok o da olmaz diyor. Peki, niye diyorum; Peygamber Efendimiz 63 yaşında öldü, onun için diyor.” Bunun üzerine, ben de Kenan Beye dedim ki: Siz de deseydiniz ki, bu 55 yaş olsa da, Peygamber Efendimiz de 8 sene bir emeklilik maaşı alsaydı, emeklilik maaşı almadan ölmese, yani mezarda emeklilik maaşı almasa” deyince, “Aklıma gelmedi, gelseydi söylerdim” dedi.

Bunları bahsettikten sonra, SSK ne zaman bu hale geldi, onun üzerinde durmak isterim. SSK’nın her sene çıkardığı bir istatistik bir de çalışma raporu vardır. Çalışma raporlarında da yaşlılık sigortası gibi – diğer sigorta kollarının da var- gider muvazenesi vardır ve bir de nispî maliyet diye bir terim vardır. İşte, bu sene nispî maliyet şu kadar oldu denilir. Bu maliyet, biraz evvel bahsettiğim dağıtım sistemindeki prim oranıdır. Nispî maliyetlere bakıyoruz, geliyor geliyor, aşağı yukarı 10 seneye kadar, yani 1986’lara kadar hep 20’nin altında veya 20 civarında veya 20’nin biraz üzerinde. Ama, şu üç dört senedir nispi maliyet bu miktarı aşmış. Yani, bu demektir ki, bugün için yüzde 20 prim alıyoruz, 9-11, İlhan Beyin bahsettiği o tarif ettiği 6-5, 11 oranında aldığımız. Bugün 9-11 yüzde 20 oranında alıyor. Demek ki bu nispî maliyet yüzde 20 olduğu zaman SSK dengede gidiyor. Ama, dediğim gibi, üç dört senedir bu nispî maliyet 20’nin üzerine çıktı. 20’nin üzerine çıkınca ne yapmak lazım; primi artırmanız lazım, kaçsa kaç. Bu sene elime geçmedi ama, duyduğuma göre nispî maliyet yüzde 30’un üzerinde. Demek ki yüzde 30’un üzerine çıkarırsak SSK’nın bir tehlikesi yok. Aslında, sosyal sigortaların primleri sabit olmaz ve Batıya baktığınız zaman, sosyal sigortaların değiştiğini görürsünüz, yıllar itibariyle değiştiğini görürsünüz. Federal Almanya’ya bakınız, yüzde 9-9 olduğu dönem vardır, yüzde 8,75-8,75 olduğu dönemler vardır. Siz bunu gelişe göre düzenleyeceksiniz. Ama, ne olacak; kimsenin bağırmayacağı, isyan etmeyeceği bir miktar olacak. Bu miktarı tespit edebilmenizdedir mesele.

Bugünkü sosyal sigortaların sıkıntısı, bunu yalnız Sosyal Sigortalar diye değil, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur olarak da düşünelim. Herkes vermeden almak ister; ancak, almadan vermek Allah’a mahsus, alacak ki verecek. Neden erken emekliliğe gidiyor; şu nedenle; Aldığı para yetişmiyor, emekli oluyor, tekrar çalışıyor ve bu imkânı da biz yasalarımızla verdik. Sosyal Sigortalardan emekli olan da çalışabilir, Emekli Sandığından emekli olan da çalışabilir, başka iş yapabilir. Hatta Bağ-Kurlu emekli olduğu tarihten itibaren gene ticarethanesini işletebilir. Ha, biraz evvel Sayın Fındıkoğlu’nun dediği gibi, bu sigortanın adı yaşlılık sigortası. Yani, kazanç sağlayamayacağınız, çalışma gücünüzün sıfırlara yaklaştığı, veriminizin azaldığı dönemdeki bir paradır. O halde, o alacağınız para sizi geçindirebilmeli, çalışırken aldığınız para da sizi geçindirebilmeli ki, emekli olacağım isteğiniz olmasın.

Şimdi bunun çok enteresan bazı örnekleri var, ben kendimden vereyim. Benim son görevim Tahsis Dairesi Başkam. Ben 1974’te erken emekli olanlardan biriyim, 47 yaşında emekli oldum, bazı nedenlerle ayrıldım ve 15 gün sonra tekrar Türk-İş’te işe başladım. Hem emekli maaşı aldım hem ücret aldım. Bu şekilde çalışmayı önlemek için başka şeyler getirmek lazım. Şimdi kendimden örnek vereceğim dedim, Tahsis Dairesi Başkanı olarak 26 sene hizmetin karşılığı 18 milyon lira civarında emekli aylığı alıyorum. “Benim görevimi yürüten arkadaş ne alıyor?” diye sordum -arkadaşı tanımıyorum- “34 milyon lira alıyor” dediler. İkisi arasında oranı da kaybetmişiz. Netice bu olunca, o çalışan kişi emekliliği geldiği tarihte dahi “65 yaşma kadar çalışayım” isteyecek. İşte, bu dengelerin de kurulması lazım. Tabiî, bu Sosyal Sigortaların mevzuu içerisinde değil, hükümetlerin politikası içerisinde olacak bir şeydir.

Yıkan nedenlerden bir tanesi; denildi ki: “Eski hizmetlerin borçlanılması” Sosyal Sigortalar Kanunu 1.4.1950’de yürürlüğe girdiği zaman Sigortalı olmanın bir koşulu vardı, koşul şuydu: İş Kanununa tabi işyerlerinde çalışma koşulu vardı. İş Kanunu da, en az 10 işçiyi çalıştıran işyerlerine uygulanıyordu. Bazı işkollarında, nüfusu -şimdi yanlış söylemeyeyim- 50 bindi galiba, 50 binin üzerinde olan yerlerde de 4 çalışan işçileri sigortalıydı ve 10 işçi çalışmıyorsa sigortasız kalıyordu. Bunları sonradan bir sosyal devlet olarak devlet düşündü, işte ilk borçlanmayı çıkardı. Halbuki, o borçlanmadan evvel SSK şu şekilde de aylık bağlıyordu: 1 Nisan 1950’den 1 Nisan 195l’e kadar çalışana ve 200 gün prim ödeyene, eğer eskiden İş Kanununa tabi 10 yıllık çalışması varsa, onu da belgeliyorsa. Biz bunu 1.4.195l’de bağladık, bağladığımız aylık da 3 ayda bir 100 lira. Adamlar sevine sevine parayı alıyorlardı Genel Müdürlükten. Bu borçlanmayı yapabilirsiniz, bir sosyal devlet olarak bunu yüklenebilirsiniz; ama ondan sonra başka borçlanmalar getirir bu.

Süper emeklilik borçlanması getirildi ve bu borçlanma, basındc Sayın İmren Aykut’un -daha sonraları- sözüyle “Biz o zaman hatc yaptık” olmuştur; bir hatadır o. Evvela ayırım yapıyorsunuz, parası olan-parası olmayanlar ayırımını yapıyorsunuz.

Bir de, değişik zamanlarda getirilen -biraz evvel de söylendi sanatkârlara getirilen ve öyle işitiyoruz ki, afedersiniz, Çingene, Romen dediğimiz vatandaşlar ayakkabı boyuyor ama, onların hepsi de bir klarnet çalar. Biz sanatkârız diye dernekleri zorluyorlarmış ki borçlanacak ve bir an evvel aylığa hak kazanacak. İşte, bunlar: getirmemek lazım. Sanatkârlar, eğer çalıştıkları zaman kend sigortalılıklarına hakim çıkarlarsa, sigortalı olabiliyorlar ve bunlarır içerisinde Behiye Aksoy vardı, o da bir ses sanatkârıdır. Behiye Aksoy fiilen çalışıp primlerini ödemek suretiyle SSK’dan emekli olmuştur, c emekli olalı 10 yılı aşmıştır. Ama, primden kaçacaksınız olmaz. Ne zamana kadar kaçacaksınız; yaşlanma başlayıp da para ihtiyacını duyuncaya kadar. O zaman da, “Aman bizi affedin, biz ucuz şekilde ödeyelim” diye serzenişler olur.

Benim şu kadar kısa zamanda söyleyeceklerim bundan ibaret teşekkür ederim.

BAŞKAN – Başka söz almak isteyen var mı?..

Buyurun Sayın Fındıkoğlu.

SABAHATTİN FINDIKOĞLU – Bu toplantıyı tertip eder organizasyona, bilhassa Sayın Fişek’e çok teşekkür ediyorum. Ayrıca sabırla dinlediğiniz için sizlere de teşekkür ediyorum, sağlıkla] diliyorum ve saygılar sunuyorum.

BAŞKAN – Efendim, böylece “SSK Üzerine Toplumsal Tarihî Tanıklıklar” adlı konferanslar dizimizin üçüncüsünü de tamamlamış olduk. Bildiri sahiplerine, diğer katılımcılara ve sevgili öğrencilerimize katılımlarından dolayı çok teşekkür ediyoruz.

Diğer Yazılar