Az Zamanda Çok İşler Yaptı
Prof.Dr.A.Gürhan Fişek
-
Sekiz sene evvel Tolstoy’da okuduğum “Saadet, sükun ve refah köylerdedir; yere batsın saraylar” cümlesinin köylüye olan muhabbetime büyük tesiri olmuştur. (1919)
Dr.Reşit Galip
Cebeci Asri (Çağdaş) Mezarlığının 4 No.lu kapısından girin. Düz yürürseniz, ortasında yuvarlak bir çiçeklik bulunan bir alana varırsınız. Bu alanda, ilk gözünüze çarpan mezar, her zaman üstünde taze çiçeğin bulunduğu Uğur Mumcu’nun mezarıdır. Bu alana beş yol açılır; siz dik açı yapan yola girmelisiniz. Biraz yürürseniz, yine ortasında yuvarlak bir çiçeklik bulunan yeni bir alana varırsınız. Burada dikkatinizi çeken, mütevazi ama vakur bir biçimde yanyana duran üç benzer mezar olacaktır. Bu mezarlarda, Cumhuriyet’in en seçkin üç Milli Eğitim Bakanı yatar: Vasıf Çınar, Mustafa Necati, Reşit Galip.
Vasıf Çınar, “Eğitim ve Öğretim Birliği Yasası”nı çıkaran Milli Eğitim Bakanı’dır. Mustafa Necati, milli eğitim meşalesinin ve “yenileştirilmiş” okulların yurt yüzeyine yayılmasını temsil eden Milli Eğitim Bakanı’dır. İçlerinde 11 ay gibi kısacık bir süre görev yapan Reşit Galip’in Türk Milli Eğitimi’ne yaptığı katkıları bu yazımızda ele alacağız. Bu katkılar o denli büyük ve övülesidir ki, kendisine görkemli ve sarsılmaz bir yer kazandırmıştır.
Reşit Galip, Atatürk’ün “Az zamanda çok işler yaptık” dediği yıl, Milli Eğitim Bakanı’ydı ve gerçekten çok önemli atılımlarla, hem bugüne dek gelen eserler bıraktı ve hem de daha sonra başarılan ölmez eserlerin tohumlarını attı.
Reşit Galip, 1918 yılında Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; Darülfünun’da kazandığı Prof.Akil Muhtar Özden gibi bir hocanın asistanlığını bırakıp; köylerde doktorluğa başlamıştı. Bu dönemde, hem bir doktor ve hem de bir toplum önderi olarak çalışırken, en yakınında daima öğretmenleri bulmuştur. Bu birlikteliğin, hem ve hem de sürdürülmesi gereken bir güç birliğini, yazdığı “Köy Öğretmenleriyle Sağlık Konuşmaları (1928)” adlı kitapta anlatır. Şöyle der : “Ben köylü dostu bir hekimim. Köy muallimleri : Siz de köylüye dostsunuz. Sizinle ortak dostumuz olan köylünün mutluluğuna, refahına ve bizi bunları ulaştıracak yollar, çareler üstüne konuşabiliriz. Kuşku yok ki, bizim köylüye sevgimiz aynı zamanda vatana sevgidir. Çünkü köylü vatanın köküdür, ana ögesidir. Asıl temelidir. O, ahlak, sağlık, fikir ve bilgice, ne kadar ileri giderse vatan o kadar kuvvetlenir, yükselir. ” (s.55)
Öğretmenlerle omuz omuza, halkın bilinçlendirilmesi ve yaşam düzeyinin yükseltilmesi çalışması, onun öğretmenlerin sorunlarını da yakından gözlemesine ve çözümler düşünmesine yol açmıştır. Milli Eğitim Bakanı olduğunda, ilk eylemi, o güne değin ki uygulamanın tersine, öğretmenlerin genel bütçeden maaş almalarını ve emeklilik güvencelerini sağlamak olmuştur. Ayrıca, öğretmenlere, sosyal yardımlarla da destek verilmiştir. Böylece öğretmenler, Cumhuriyeti savunurken, yanlarında, onlara sahip çıkan bir Bakanlık görmüşlerdir.
Reşit Galip’in, yaşam öyküsünde köycülük önemli bir yer tutar. Bunun kanıtlarından bazıları şunlardır : Henüz Tıp Fakültesi öğrencisiyken, Kars, Erzurum,Sarıkamış savaşlarında görev yapmıştır. İstanbul’a döndüğünde Köycülük Derneği’nin kurucuları arasında yer almıştır. Mezun olduktan sonra da 1919 Nisan’ında Tavşanlı’ya üç arkadaşıyla birlikte gidip yerleşerek doktorluk yapmıştır.
“Dr.Reşit Galip Maarif Vekili olduktan sonra bakanlıkta bir ‘Köy İşleri Komisyonu’ kurarak, ‘devletin köydeki adamı’, köyün en aydını olan öğretmenin hangi özelliklere ve görevlere sahip olması gerektiğini araştırdı. Komisyon, köy öğretmenlerinde şu özelliklerin bulunmasını istiyordu:
-
Köylüyü devrimci laik ve cumhuriyetçi inançlarla yetiştirmek ve bunları köylüye benimsetmek
-
Köylünün sosyal hayatında etkili olabilmek, medeni kanun hükümlerini köyde hakim kılmak, modern göörgü kurallarını köylüye öğretmek
-
Köyün ekonomik hayatını etkileyebilmek, ileri tarım yöntemlerini, pazar ilişkilerini onlara anlatmak,
-
Köyün aydını olmak, öğretmenliğin bütün özelliklerine sahip olup bunu göstermek.
Bir köy öğretmeninin bunları başarabilmesi için kendine yol gösterecek rehberlere ve bunları başarabilecek yetenekleri kazandıran bir eğitime ihtiyaç vardır. Yöksa köyde kendisinden beklenen düşünüş ve yaşayış inkılabını gösteremez. (İ.H.Tonguç, Canlandırılacak Köy, İstanbul 1947 s.418 ; Aktaran Y.Oruç s.119) Dikkat edilirse, Köy Enstitülerinin kuruluş felsefesi ve ilkeleri, bu komisyonun kararlarıyla ve Dr.Reşit Galip’in yaşam çizgisiyle kesişmektedir. Reşit Galip, daha önce CHP İdare Heyetinin Halk Evlerinden Sorumlu Üyesi (Halk Evleri Genel Sekreteri) olduğu dönemde de “çağdaş Türk köylüsü ve öğretmeni nasıl olmalı” sorusunun yanıtını araştırmıştı.
Yine Bakanlığı döneminde, köy enstitülerinin öncülü sayılabilecek uygulamalar vardır. Köy okullarına, tarım dersleri konulmuştur. “Evlerinden haftalık yiyeceklerinin çiğ olarak getirilmesi ve bu yiyeceklerin öğretmenler gözetiminde köylü pansiyon anaları tarafından pişirilmesiyle, ulaşılamayan köylerdeki çocukların eğitiminin sağlanması düşünülmüş ve uygulanmıştı. Bu okulların ilki Artvin ve Antalya’da açılmıştır.” (Y.Oruç, s.108)
Yine bakanlığı döneminde, “Köycülük ve köy öğretmenliğinin temellerini öğrenmek için Amerika Birleşik Devletlerine on öğretmenin gönderilmesine karar verdi. On Türk genci, öğrenim görmek üzere yurtlarından çok uzak olan Amerika’da bulunuyorlarsa, bunu Reşit Galip’e borçluyuz.” (Y.Oruç, s.57) O dönemin, Alman hayranlığına ve taraf seçmedeki kararsızlığına bağlı olarak “Reşit Galip’ten sonra gelen Milli Eğitim Bakanları bu davanın değerini ve önemini kavrayamadıkları için oraya pek az öğrenci göndermiş ve sonunda 1938’de bu ofisi kapatmışlardı. Hatta şurası çok dikkat çekicidir ki; bu bakanlar o sıralarda Almanya gibi zulmün ve zorbalığın hüküm sürdüğü bir ülkede Türk Öğrenci Müfettişliğini sürdürmede ve oraya aç kalmak ve hava bombardmanlarının tehdidi altında yaşamak bahasına bile olsa öğrenci göndermekten bir türlü vazgeçmemişlerdir.” (A.Ş.Elman, s.188)
Reşit Galip, I.Dünya Savaşı sırasında, yalnızca insanları tanımamıştır. Durmadan okumuş ve bilimin ışığıyla da aydınlanmıştır. Dr.Lütfi Kırdar onun için şöyle yazar : “Ben Reşit’i, ta 1.Dünya Savaşı’nda Cebeli Lübnan’da, Antura’da 1500 yataklık çocuk eytemhanesi (Kimsesiz Çocuklar Yurdu) müdürü iken tanımıştım. Bana onu ilk kez tanıtan Halide Edip Hanım oldu. ‘Doktor, sana ahlakan olduğu kadar fikren de yüksek bir arkadaş tanıtacağım. Üç gün sonra size yardımcı olarak geliyor’ demişti. … Bir sene kadar kaldığı bu görevde, okulun Fransızlardan kalma kütüphanesini dolduran binlerce cilt kitaplar arasında sabahlara kadar çalışma suretiyle bilimsel dağarcığını genişleten Reşit Galip, aynı zamanda okula da çok büyük hizmetlerde bulunmuştur.” (A.Ş.Elman, s.27)
Reşit Galip’in, Mustafa Kemal’in dikkatini çekmesi, 1924 Adana gezisi sırasında olmuştur. Mersin Türkocağı Başkanı olan Reşit Galip, devrimcilik ve atılımcılık içeren ateşli konuşmasıyla, hem kitleleri etkilemekte ve hem de Mustafa Kemal’in yapmak istediklerini dile getirmekteydi. Bu ateşli konuşma, ilk değildi; o tıp fakültesi sıralarında da, Türk Ocağı’nda da, Kütahya köylerinde de hep bu çizgide konuşurdu. Cumhuriyet ve inkılap, onun her şeyiydi. Onun için de, 1933 yılında Üniversite Reformu yapması istendiğinde, bu reformun odak noktasına “Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü”nü oturttu. Ona göre, üniversite reformunun kalbi bu enstitüde atıyordu. Mutlaka her üniversite öğrencisi, “İnkılap Tarihi” dersi görmeliydi (Bugün de görmektedir). İnkılap Tarihi Enstitüsü üzerine, Reşit Galip şöyle yazıyordu : “Enstitü, öğrencilerinden profesörlerine kadar bütün üniversitenin malı, Cumhuriyetin ve bütün milletin dimağıdır. Herkes bu enstitünün öğrencisidir. Herkes bu enstitünün profesörü olabilir. Burası inkılabı sevenlerin ve ona inanç besleyenlerin kürsüsü olacaktır. … İnkılap Enstitüsü, politika, kanun, hukuk, sosyoloji, ekonomi, maliye ve genel olarak ulusal kültür sahalarında, Türk inkılabını hazırlayan nedenleri araştıracak, inkılabın ana etmenlerini, ilkelerini ve bunlardan doğan yeni Türkiye’nin geleceğini inceleyecektir.” (Y.Oruç, s.109)
Ama Reşit Galip, öğrencilerin Cumhuriyet ve İnkılaplarla tanışmak için, üniversiteyi beklememeleri gerektiğini bilenlerdi. Onun için, bu ateş, daha ilkokuldayken yüreklerde yer etmeli ve her sabah bıkmadan usanmadan yinelenmeliydi : “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” . Öğrenci andı bugün de sürmektedir; bunun yazarı ve uygulamanın başlatıcısı Reşit Galip’tir. (A.Ş.Elman, s.93)
Reşit Galip, Tıp Fakültelerinin padişahlık döneminin en ilerici okullarından olduğunu ve bir çok devrimci yetiştirdiğini; salt bu yüzden de, Haydarpaşa’ya sürgün edildiğini bilen ama sindiremeyenlerdendi. Haydarpaşa, nüfus yoğunluğu düşük ve ulaşımı güç bir konumdaydı. İstibdat yönetimi tarafından, tehlikeli bulunarak, halktan uzak tutulmak ve halkla bağlarını kopartabilmek için ikinci kez sürgün edilmişti. Reşit Galip, bakan olur olmaz, büyük güçlüklerle, Tıp Fakültesi’ni yeniden Rumeli yakasına, Fındıklı’ya taşıtmıştır.
Reşit Galip’in Darülfünun’daki asistanlık görevinden ayrılması, sancısız olmamıştır. Eğitim sistemini eleştiren ve geliştirilmesi için önerilerini içeren bir broşür yayınlamış ve tepeden tırnağa sistemin değişmesi gerektiğini öne sürmüştür. Bu çalışmasının sonuçlarını beklemiş; ama hiç bir değişiklik olmamıştır. Darülfünun’un değişmemek konusundaki direnci, Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Özerk bir kimlik kazandırılmış olmasına karşın, destekçisi olmak bir yana, Cumhuriyet karşıtlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet hükumetlerinin ısrarlı önerilerine karşın, Darülfünun, değişmemekte kararlıydı; kendisini dokunulmaz görüyordu.
Ona ancak, Reşit Galip gibi, sözünü de gözünü de budaktan esirgemeyen, taşkın karakterli ve birikimli bir Milli Eğitim Bakanı’nın dokunabileceği benimsendi. Reşit Galip 1933 baharında Bakan olduğunda, üniversite reformu hazırlıkları başlamıştı; Nazi zulmünden kaçmak zorunda kalacak profesörlere-teknisyenlere kucak açılması düşüncesi de kafalarda oluşmuştu. Bu düşüncelere sahip çıkacak ve eyleme geçirecek bir orkestra şefine gereksinme vardı. O da Reşit Galip’ti.
Nazi zulmünden kaçmak zorunda kalanlar içerisindeki en saygın isim Prof.Dr.Philip Schwartz, aynı zamanda İsviçre’de kurulan örgütün de başkanıydı. 1933 Haziran’ında İstanbul’a geldiğinde, kafasında “Acaba üç arkadaşımızı, Türkiye’ye kabul ettirebilir miyim?” düşüncesi vardı. İstanbul’a vardığında, ona çözümün merkezi olarak Ankara ve Milli Eğitim Bakanlığı gösterildi. Ankara’ya geldiği gün, saat 13.00’de, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip başkanlığında, ileri gelen bakanlık yetkililerinin kendisini toplantı salonunda beklediğini gördü. 7 saat sonra toplantı sonlandığında, 30 Alman bilim adamı için Türkiye kapısı ardına kadar açılmış; anlaşma imzalanmış (ertesi günü Atatürk tarafından onaylanmış) ve Türkiye hiç bir ülkenin bu güne değin başaramadığı çapta ve bir çırpıda eğitim hamlesini başlatmıştı. Bu sayı ileride 700’leri bulacaktı. Schwartz şöyle yazıyordu : “Ben ve bütün oradakiler zamanı unutmuştuk. Biliyordum ki, bu saatlerin Almanya’dan rezilce ve alçakça kovulmuş kişiler için yaradılış kadar anlamı vardı. Batının pisliğinin bulaşmadığı harika bir ülke keşfediyordum … Konuşmamız iki düzenli organizmanın arasındaki madde alışverişine dönüşüyordu. Sonunda ücretler ve bazı temel koşulların belirlenmesinde anlaştık.“(H.Widmann, s.92)
Mülteci Almanca konuşan profesörlerle ilgili, hemen o gün gerçekleştirilen imza töreninde Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şöyle konuşuyordu : “Bugün alışılmışın da dışında, örneği gösterilmeyecek bir iş yapabildiğimiz gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanslı bilginler İtalya’ya göç etmişti ve buna engel olamamıştık. Bu bilginlerin büyük çoğunluğu İtalya’ya gitti. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz. Ulusumuzun yenileştirilmesini umut ediyoruz. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin. Size teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım”. (H.Widmann, s.92)
Üniversite reformunun mimarı İsviçreli Pedagoji Profesörü Albert Malche, bir yıl süren ve Türkiye’nin eğitim sorunlarını derinden inceleyen çalışmasıyla, yeni üniversite düşüncesine güçlü bir ışık tutuyordu. Reşit Galip’in beklediği, bu ışık ve yurt dışından gelen bilim insanlarının inanılmaz katkısıydı.
Ama Darülfünun direniyordu. 170 öğretim üyesinin üniversiteden atılması ve Üniversiteyle bütünleşmek istemeyen İlahiyat Fakültesi’nin kapatılması bile (İstanbul Üniversitesinde ancak 1992 yılında tekrar açılabilmiştir), direnme odağını ortadan kaldıramamıştı. Sadece yöntem değiştirmiş ve dedikodu, yıpratma taktikleriyle Reşit Galip’i hedef almışlardı.
Daha sonra Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel şöyle yazıyordu : “Cumhuriyet devri Milli Eğitim Bakanları içinde iş görmüş veya görecek yetenekte olanlar, hep kaderin şiddetli yumruklarını yemişlerdir. Kimi genç yaşta ölmüş, kimi çalışma alanından erken denecek çağlarda ayrılmıştır. Bunda kişilikli olmalarının, günlük politika akımlarına uyacak kıvrak ve kaypak yaradılışta olmamalarının büyük etkisi vardır. İşlerini ve yaşamlarını, başarısız görünen bir şekilde bitirmeleri, saf yüreklerinin eşsiz ödülü ve ödenmez karşılığıdır. Reşit Galip’e de ayni hal olmuştur. İki ruh cücesinin onun eteklerine yapışıp umulmadık bir zamanda bu karakter kahramanının yere düşürülmesine aracı oluşları, yalnız politika ve kamu yönetimine değil, sonuç olarak maddi varlığına da etkili olmuş, genç Reşit Galip’i kahrından öldürmüştür. Reşit Galip’i küçükleri kadar akranları da kıskanmıştır. Her yerdekinden çok daha merhametsiz ve insafsız olan bizim politika alemimiz, ezici ve kıskanç havasıyla Reşit Galip’e nefes aldırmamıştır.” (A.Ş.Elman, s.39)
Henüz istifa gerekçeleri aydınlatılmamış olmakla birlikte, çok önem verdiği İnkılap Tarihi derslerini anlatmak isteği ve 1925’ten beri önce Darülfünün Emiri, sonra Üniversite Rektörü olan Neşet Ömer İrdelp’in (Atatürk’ün Doktoru) ve iki dekanının istifaları onun görevden uzaklaştırılmasında etkili olmuştur. Yerine gelen Ord.Prof.Hikmet Bayur, bir tarih profesörüydü ve İnkılap Tarihi derslerini o vermiştir.
Ama atılan tohumlar ve başlatılan eylemler, geri dönülmez bir biçimde yürümeye başlamıştır. Hükumet, üniversiteye ve Türkiye’ye gelen konuk Almanca konuşan profesörleri (kendilerine Alman demediler), sahiplenmeyi sürdürdü. Nazilerin tüm isteksizliklerine karşın, Türkiye Hükumeti, toplama kamplarından bile ünlü profesörlere, devlet memuru kimliği verip, onları kurtarıp Türkiye’ye getirdi. Onlar da bunun değerini bildiler ve fazlasıyla karşılığını ödediler.
Reşit Galip’e saygıları o kadar büyüktü ki, genç yaşta öldüğünde, Prof.Dr.Schwartz, dersini onu anlatmaya ayırdı ve öğrencilerini saygı duruşuna çağırdı.
Bakanlığı, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna denk gelir. Kısa bir süre bu iki kurumun da başkanlığını yapmıştır. Dil’e ve özellikle tarihe ilgisi hem bakanlık öncesi ve hem de sonrası devam etmiştir. Özellikle arkeoloji ve müzecilik konularına çok kafa yormuştu. Hititçeyi öğrenecek kadar çok derinleşmişti ve şöyle diyordu : “Dünyanın en zengin eski Anadolu eserleri müzesi Ankara’da olacak, yalnız bilginleri değil, yabancı üniversite mensupları Ankara’yı görmeden ve Ankara’da staj yapmadan mezun olamayacaklar.” (A.Ş.Elman, s.70)
Arkeoloji Müzesi ve milli kütüphane de, ulusal kültür ve eğitim politikasına açılan bir kapı olmalıydı. Milli Müze ve Kitaplık binaları içinde kurulması planlanan Arkeoloji Enstitüsü, akademik araştırma ve yayın yapacak bir organ olmalıydı. Milli Kütüphane de, bu politikanın arşiv alanı olacaktı. Reşit Galip’in hayallerini süsleyen en az bir milyon kitaptan oluşturulacak önemli eserlerin bir araya getirileceği bu kitaplık, adeta memleketin kime ait olduğunu belgeleyen bir tapu dairesi gibi düşünülmeliydi. (Y.Oruç, s.106)
Dikkat edilirse gerçekleştirdikleri ve düşündükleri, bugün de varlığını sürdüren Cumhuriyet yapılarıdır (Ama ne yazık ki, o dönemin ruhunu ve inancını yaşatmaktan çok uzaktalar). O’nun başarısının sırrını şöyle yorumlamaya çalışabiliriz :
-
Donanımlı gelmişti; sanki çok uzun bir süredir bu göreve hazırlanıyordu.
-
Tüm bilgi ve deneyimleriyle yoğurulmuş hayalleri vardı.
-
Bu hayaller Mustafa Kemal’in hayallerinin bir bölümüyle örtüşüyordu ve gerçekleşecekleri zaman dilimi olarak da çakıştı.
Yaşamını yitirdiği 4 Mart 1934 günü kitaplarının arasına koyduğu demir karyolasındaydı.
Onlardan ve yüreğinin kılavuzluğundan hiç ayrılmamıştı ki.
NOT : Alıntılar, güzel Türkçe’yle okunacak biçimde düzenlenmiştir.
KAYNAKLAR
-
A.Ş.Elman (1953): Dr.Reşit Galip, İstanbul.
-
H.Widmann (2000) : Atatürk ve Üniversite Reformu, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
-
Y.Oruç (2007) : Atatürk’ün “Fikir Fedaisi” Dr.Reşit Galip, Gürer Yayınları, İstanbul.
-
İ.H.Tonguç (1947) : Canlandırılacak Köy, İstanbul, s.418