Hekim Ceyhun Atuf Kansu
Engin Tonguç
Akrabam Dr.Ceyhun Atuf Kansu, yaşamıma yön veren yakınlarımdan biridir. Çocukluk ve gençlik yıllarımın önemli bir bölümü onunla birlikte geçti, üzerimdeki etkisi daha da artarak yaşamım boyunca sürdü. Onun hekimlik anlayışını bazı anılarımı anlatarak belirtmeye çalışacağım:
O, Ankara Etlik Bağlarında yaşadığım çocukluğumun oyun kurucusu ve örnek almaya çalıştığım abisi idi. Neydi o oyunlar? Bağın bir köşesine dizdiğimiz bir sıra taşlardan bir belde yaratmıştık. Bu beldenin oradakilere hizmetle yükümlü memurları idik. Ceyhun abi, kardeşi ve ben zaman zaman kaymakam, tapucu, mal müdürü, hükümet doktoru, tarım müdürü, güvenlikçi, v.b. gibi görevliler oluyorduk. Herhalde yöneticilik yapan babalarımızın konuşmalarından esinlenerek Ceyhun Abi böyle bir oyun kurmuştu. O dönemin ilkokulu da bize kalkındırılacak bu ülkeye hizmetle yükümlü olduğumuzu aşılamıyor muydu? O “Küçük Hisar” beldesine hizmet oyununu yıllarca sürdürdük. Oyunun tüm yaşamımızı yönlendirecek bir etkinlik olduğunu o zamanlar elbette bilmiyorduk.
Meslek seçimime sıra geldlği zaman, Ceyhun Abinin etkisinde kaldığımı ve hekimlik mesleğine bu etki ile girdiğimin bilincine yıllar sonra vardım. Ben Tıp Fakültesinde öğrenci iken, O, doktor çıkmış ,ve uzmanlık için asistanlığa başlamıştı. Öğrenciliğim sırasında, onun daha önce kullanmış olduğu ders kitapları bana geçmişti ve bunlardan çalışıyordum. Kitapları ilginçti. Birçok sayfanın kenarlarına konu ile ilgisi olmayan notlar, şiir parçaları, düz yazılar yazmıştı. Örneğin bir kol kemiğinin anatomisini okurken, karşınıza bunlar çıkıveriyor ve ders metni ile garip bir kontrast oluşturuyorlardı. Bu kenar notlarının birçoğu içerik olarak toplumsal sorunlar, varsıllık-yoksulluk konuları ile ilgiliydi. Bazıları duygusal, bazıları da düşünsel nitelikteydi. Anatomi çalışırken, aynı anda bu konulara da kafa yormak herhalde bir tıp öğrencisi için pek de olağan olmasa gerekti.
Ankara Numune hastanesindeki çocuk hastalıkları asistanlığı sırasında, tıp öğrencisi olan beni, sık sık hastaların yanına götürüyor, bana bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Bunu yaparken, hastanın geldiği ortamı, toplumsal koşullarını da anlatıyordu. Ama o günlerdeki asıl uğraşımız “Altındağ Polikliniği” olacaktı: İki sınıf arkadaşımla ben ve Ceyhun Abi Ankara’daki Türkiye Gençler Derneği’ne üye olmuştuk. Dernek o günlerin önemli sol kuruluşlarından biriydi. Kurucuların çoğu Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencileriydi. Düşünce önderleri oradaki sol hocalardı. Nitekim, o ünlü 1951 tutuklamalarındakilerin birçoğu onlardan olacaktı. Dernekteki çalışmalar daha çok teorik düzeydeydi. Bizlerse, belki daha çok tıp gibi uygulamaya dönük bir meslekten geldiğimiz için, somut bir şeyler yapmak istiyorduk. Ankara’da gecekondulaşma yeni başlamıştı. Ceyhun Abinin önerisiyle, Altındağ gecekonduları arasında, derneğin bir poliklinik açması, çalışma saatleri dışında Ceyhun Abinin burada hekimlik yapması ve biz tıp öğrencilerinin de ona yardım etmemize kararı verildi ve biz üç tıp öğrencisi, asistan Ceyhun Abi, bir Pazar günü bazı masa,sandalye ve araç gereçleri sırtlayarak yaya çıktığımız Altındağ’ın tepesinde kiralanmış iki odalı bir gecekonduda polikliniği açtık. Burada daha çok çocuklar bakılıyordu ve yoğun ilgi vardı. Birkaç ay geçince Mısır’da çıkan bir kolera salgınının Türkiye’ye de bulaşması tehlikesine karşı başlatılan aşı kampanyasına yardımcı olmak kararını verdik, Sağlık Müdürlüğü’ne başvurduk, o semtlerde herhangi bir sağlık birimlerinin olmadığını, çok sevindiklerini söyleyerek bize aşıları verdiler ve Altındağ’da yüzlerce çocuğa aşı yaptık. Sonra Ankara’daki o ünlü sağ miting, Rektörün hırpalanması olayı oldu, bizim Dernek de basılarak tahrip edildi, Poliklinik de kapandı. Bundan da en çok komşumuz olan kahveci üzüldü; meğer bizi izlemekle görevli polisler o kahvede otururlarmış, adam müşterisiz kaldı!
O yıllar (1946-50 arası) karşı devrimin başlangıç yıllarıdır. Bir yazar ve bir şair olarak tüm diğerleri gibi Ceyhun Abi de izleniyordu. Ama onun asıl rahatsızlığı Hastanede idi. Artık uzman başasistandı ve o Çocuk Kliniği Tıp fakültesine bağlanmıştı, başında da Prof Eckstein vardı. Önü açıktı ve bir akademisyen olmak için burada görevini sürdürebilirdi. Hepimiz de bunu bekliyorduk. Ama hiç beklenmedik bir karar verdi: Fakülteden ayrılacak ve Anadolu’ya gidecek, orada halka hizmet edecekti. Üniversitenin halktan kopukluğundan, toplumsal sağlık sorunlarına yeteri ilgi gösterilmeyişinden, bu konularda herhangi bir çalışma ve araştırma yapılmayışından, dar ve sınırlı anlamda bir tedavi hekimliği dışında bir etkinliğin olmayışından yakınıyordu, bundan rahatsızlık duyuyordu. Ve herkesi şaşkınlıkta bırakarak, akademisyenlik kariyerini bir kenara iterek ayrıldı, Turhal Şeker Fabrikası Hekimliğine gitti.
Artık yıllarca orada çalışacaktı. Fabrikanın bir hastanesi de vardı. Dört uzman hekim çalışıyordu. Fabrika çalışanları dışında, çevredeki halka da hizmet veriliyordu. Ceyhun Abi o çevre ile çok ilgiliydi, sık sık köylere gidiyor, oradaki olumsuz sağlık koşullarını inceliyor, elinden geldiğince yardımcı olmaya çabalıyordu. Yazılarında şiirlerinde bu konuları işliyordu. O çok tanınmış Kızamuk Ağıdı şiiri, bir köyde, bir günde onlarca çocuğun öldüğü bir kızamık salgınındaki gözlemlerinden ve kendisini kahreden umarsızlıktan doğdu. Kızamık bitiyor, difteri başlıyor, etkili bir sağlık örgütlenmesinin olmadığı yörede çocuklar dökülüyordu. Sıtma ise sürekli olarak vardı. Üst sınıflardaki bir tıp öğrencisi olarak bir yaz tatilinde yanına gittiğimde, hastanenin laboratuvarında boyadığı preparatlardan, mikroskopta bana sıtma etkenlerini gösterişini bugün gibi anımsıyorum.
Almanya’daki uzmanlık öğrenimimden sonra yurda döndüğümüzde eşimle birlikte iş bulamadık. Hiçbir klinik dışarıdan gelenleri almak istemiyordu; kendi elemanlarını yeğliyorlardı. Ceyhun Abi bize Amasya Şeker Fabrikası hekimliğini buldu. Orada işe başladık. Burası Turhal’a trenle birkaç saat uzaklıktaydı ve burada çocuk hast. uzmanı olmadığı için, onbeş günde bir Ceyhun Abi Turhal’dan geliyor, iki gün kalıyor ve bizim fabrika çalışanlarının çocuklarına bakıyordu. Onun olduğu günler, poliklinik yaptığımız Fabrika’nın Reviri çocuklar ve anneleriyle tıklım tıklım dolardı. Sabah erkenden başlayarak, akşamın geç saatlerine kadar, hiç bıkmadan, sinirlenmeden, yorgunluk belirtisi göstermeden, yemek yemeği bile unutarak, o çocukları muayene ederdi. Herbirini aileleriyle birlikte tanırdı. Bazen hastalanacağından korkarak, ona işini bıraktırır, zorla onbeş yirmi dakikalık bir dinlenme molası verdirirdim. O zaman Fabrikanın bahçesindeki revirin arkasına çıkar, oradaki çam ağaçlarının altına, yere oturur, bir sigara içerdi. Çam ağaçlarına uzun uzun, sevgiyle bakar, çoğukez yerden bir avuç toprak alarak avucunda tutar, koklardı. Bu ülkeye olan sevgisi, bu toprağa olan tutkusu böyle somutlaşırdı. Akşam oturduğumuz lojmanın balkonunda birkaç kadeh rakı eşliğinde yediğimiz yemek, gecenin geç saatlerine kadar süren konuşmalarımız, o günlerin en güzel anılarıdır. Amasya günlerinde birlikte yaptığımız hekimlik, onun hekimlik anlayışını, çalışma yöntemlerini, hastaya ve yakınlarına davranışını yakından görmemi, gözlememi sağlamıştır.
Tıbba ve hekimliğe bakışı nasıldı? Ona göre tıp, insanları, doğayı, dünyayı, yaşamı anlamak için en elverişli bilimdi. Tıp, yalnız hastalıklarla uğraşan ve sağıltan bir bilim değildi. Böyle geniş bir açıdan tıbba bakınca, onun tadına varılabilirdi. Beni tıp öğrenimi yapmaya heveslendirirken, hep bunu söylerdi. Tıbbı böyle görebilmek için, kişinin iyi bir genel kültürle donanmış olması gerekirdi. Yoksa hekim, yalnızca bir “zenaatkar” olarak kalırdı. Klasik hekimlik hasta-hekim-hastalık arasında gerçekleşen bir meslek uygulamasıydı. Ve ona göre artık bu anlayış yetersizdi. O hasta nereden, hangi koşullardan geliyordu, o koşullardan sağlığı nasıl etkileniyordu? Bu konularla ilgilenmeden, yalnızca o anki hastalığı sağıltmaya çalışmak yeterli değildi. Ortam ve çevreden gelen olumsuz etkenlerle ilgilenilmedikçe, bunlar incelenmedikçe, bunların giderilmesi için gerekli düzenlemeler, örgütlenmeler yapılmadıkça, bu üçlü arasında uygulanan tıp yeterli olamazdı, bir kısır döngü olmaktan ileri gidemezdi. O üçlüye bir dördüncü boyut, toplumsal koşullar eklenmeliydi. Hekim, mesleğini yaparken bu dördüncü boyutu da dikkate almalı, o koşullarla ilgilenmeli, oralardaki olumsuzlukların giderilmesi için savaşım vermeliydi. Böyle olunca artık o, bireyci bir mesleğin değil, toplumcu bir mesleğin adamı oluyordu. Tıbbi çalışmaları ve yazıları, düz yazıları, şiirleri, hep bu ana düşünce üzerine kurulmuştur ve yaşamı süresince hep bu görüşü savunmuştur. Ama ne yazık ki o yıllarda toplum hekimliği henüz ülkemizde pek az biliniyordu. Yalnızca birkaç sayılı tıp adamı bu konuda bilgi sahibi idi ve savaşım veriyorlardı. Üniversite içerisinde bireysel ve toplumcu tıp görüşünün çatışması vardı ve ne sağlık hizmetleri, ne de sağlıkla ilgili resmi kuruluşlar toplumcu görüşten haberdardılar. Bu koşullarda, Ceyhun Abi’nin uğraşları da, benzerleri gibi, yalnız kendi hekimlik uygulamalarıyla sınırlı kalıyordu.
Son olarak onun kişiliği ile ilgili bir özelliği vurgulamak isterim: Çocukluğu, gençliği ve tüm yaşamı, hekimliği, yazarlığı, şairliği, özel ve resmi yaşantısı, tümüyle bir bütündür. Bunların arasında hiçbir çelişki , uymazlık yoktur. Kişiliği tek ve yalındır. Yaşamı boyunca neleri savunmuşsa, ona göre yaşamış, ona göre mesleğini yapmış, ona göre yazılarını, şiirlerini yazmıştır. Bunun az kişide bulunan önemli bir özellik olduğunu sanıyorum.
Anısına saygıyla, özlemle.
* Dr., Yazar, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı Kurucusu, SSK Meslek Hastalıkları Hastanelerinin Kurucusu, SSK eski Genel Müdür Yardımcısı, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Onur Kurulu ve İşçi Sağlığı Kolu eski Üyesi
KIZAMUK AĞIDI
Ceyhun Atuf Kansu
Ben, gamlı, donuk kış güneşi,
Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.
Köyleri, yolları, dağı taşı
Isıtıyor, avutuyordum.
Bir köy gördüm tâ uzaktan,
Dağlar ardında kalmış, bilmezsiniz,
Kar örtmüş, göremezsiniz karanlıktan,
Yalnızlıkta üşür üşür de çaresiz,
Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,
Çocukları kızamuk döküyor,
Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,
Gelincikler arasından öyle masum bakıyor.
Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,
Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,
Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,
Bebekler ölüyor, ölümden habersiz.
Ali’lerin kızı Emine’yi gördüm,
Öldü… Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü,
İkindiye doğru, evlerine vardım,
Gördüm, Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.
Bir bir saydım, yirmi üç çocuk,
Ah, güllü Gülizar öldü,
Gördü kış güneşi, gamlı ve donuk,
Daldı oğlanlar, çiçekti kızlar, öldü.
Gamlı türkümle tepeden aşağı bıraktım,
Bıraktım kendimi düşesiye, ölesiye,
Bu acıdan sonra nasıl doğacaktım,
Nasıl dönecektim aynı köye?
İniyor ve karaltında örtüyordum,
Bu çocukları, bu habersiz çocukları,
Görmediniz, anlatamam, ürperiyorum.
Bir şey demek için açılmıştı dudakları.
Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden
Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım,
Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden,
Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.
O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,
Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?
Ben perişan, utanmış…bu köyün üstünde,
Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?
Ben, bir günde yirmi üç küçük ölünün,
Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,
Ya siz ne gördünüz, söyleyin, söyleyin,
Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.
Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın
Bütün suçlarını kalbimde taşırım,
Görerek ah, görerek, bilerek bir yığın
Karanlık gündüzün üstünde yaşarım.
Her mevsim dolanıp geldiğinde bu köye
Gücük ayda, kar örtülü bu ovada,
Utancımdan, hıncımdan yaş dökerek böyle,
Gamlı ve perişan asılı duracağım havada.
İkindiye doğru bırakıp kendimi
Bu küçük mezarların üstüne.
Bilmeyeceksiniz, perişan, çaresiz halimi,
Gül diyeceğim, gül dereceğim gül üstüne.
Yol kıyısında yirmi üç çocuğun mezarı,
Ah diyeceğim, ah dökeceğim yol üstüne