Hilmi İşgüzar
ONBİRİNCİ OTURUM
Konuşmacı: HİLMİ İŞGÜZAR
(Sosyal Güvenlik Eski Bakanı)
Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK- Bugünkü konuğumuz Sosyal Güvenlik Eski Bakanı Sayın Hilmi İşgüzar. Kendilerine teşekkür ediyoruz bizleri kırmayıp geldikleri için.
Buyurun.
HİLMİ İŞGÜZAR- Çok değerli Siyasal Bilgiler Fakültesinin son sınıf öğrencileri, değerli doçent kardeşimiz, sizlere en derin sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum. Ben Hilmi İşgüzar, İstanbul Orman Fakültesi, Ankara Hukuk Fakültesi mezunuyum. 3 dönem Milletvekili olarak mecliste görev yaptım, 8 sene AET Parlamentosunda çalıştım, sizin eski hocalarınızdan Aydın Yalçın’la birlikte. 2 yıla yakında son Ecevit Hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevinde bulundum. Çok değerli hocamızın daveti üzerine huzurunuza geldim. Tabi sorularınız olursa cevap vermeye çalışacağız, konu ne ise o konuyu aydınlatmaya çalışacağız. Edebiyatı çok severim, hukuku çok severim, insanları çok severim, şiiri de çok severim, bu itibarla size de bütün insanları sevmenizi, kalbinizin sevgi dolu olarak yaşamanızı dilerim.
Şimdi ilk milletvekilliği görevine başladığım zaman, tabii burada parti mevzu bahis değil de, benim bağlı bulunduğum partinin Avrupa’daki seyahatlerine iştirak eden bir kimse olarak orada çalışan insanlarımızın durumlarını gördüm, bir de Avrupa’da yaşayan insanların durumunu gördüm. Fransa’da 2 yıla yakın bir süre içerisinde Orman Yüksek Mühendisi olarak mastır için çalışma yaptığım sırada kısaca anlatmak isterim, çok önemli bir konu, dişlerimden rahatsızdım, bir doktora gittim, muayenemi yaptı, dişlerimin etini yaptıktan sonra, “Carte assurance s’il vous-plâit” “sigorta kartınızı lütfen verir misiniz?” dedi. O zaman milletvekili değildim, oradan döndüm milletvekili oldum. Ben dedim ki “kartım yok” “Fransız değil misin?” dedi, “hayır” dedim, “nasyoletin ne, hangi milliyettensin, milliyetin ne dedi, hangi millettensin?” dedi, “Türk’üm” dedim. Öyle deyince “para işi ne olacak” dedi. “Parayı ben vereceğim”, “sen devlet misin?” dedi, bana vurdu ve bana köpeği gösterdi, kötü “chien” bir köpek vardı. “Şunu görüyor musunuz, bu Fransız köpeğinin sigortası var, bu rahatsız olduğu zaman iğnesini devlet yaptırır, ilacını verir, mamasının içine koyarlar, ona verirler” dedi. O benim kalbimde,kafamda büyük bir iz bıraktı. İşte ondan sonra, Parlamentoya girdikten sonra da Avrupa’nın bir çok yerlerine hem Ortak Pazar üyesi olarak, hem muhalefetin bir mensubu olarak gittim, gördüm ki oradaki insanların hepsinin geleceği teminat altındadır, hayvanların dahil. Hatta Fransa’daki ormanlar içinde yaşayan hayvanların tırnak numaraları var hep sigortalı. Bu yönden zaman zaman TBMM’e önergeler getirdik. Bu önergelerin başında 1,5 milyona yakın bizim işçi vatandaşlarımızın hiçbirinin sigortası yok Türkiye’ye döndükleri zaman, perişan olma ihtimalleri büyüktür. Fakat zamanın politikacı arkadaşları ve hükümetin, iktidarın kanatları buna yanaşmadılar ve onlar nihayet 1978 bendeniz milletvekilliğinden sonra bakanlık yaptığım sırada yurtdışında çalışan 1,5 milyon insanın borçlanmak suretiyle sigorta kapsamına alınmasını sağlayan Anayasayı biz çıkardık. Anayasa derken, Anayasa değil, kapsamlı yasayı bizim dönemde çıkardık. Yurtdışında çalışan işçilerin eşlerini isteğe bağlı sigortalı 1479 Bağ-Kur yasasının içine ithal ettik. Türkiye’de yaşayan sanatkârlar gariban insanlardır, Atatürk diyordu ki: “Siz her şeyi olabilirsiniz, Milletvekili olabilirsiniz, Bakan olabilirsiniz, Cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, ama sanatkâr olamazsınız, bu sanatkârların değerini biliniz” diyordu; ama, sanatkârların hiçbirisinin sigortası yoktu. Onu da biz 2167 sayılı Yasayla tüm sanatkârları içine alan, sosyal güvenceye kavuşturan yasayı da 1978’de biz çıkardık. Ev hanımlarının, affedersiniz hayat kadınlarının sigortasını dahil 78’deki Yasama Meclisinde çıkararak yürürlüğe soktuk. Onun da ötesinde biliyorsunuz, dünyadaki bütün insanların sağlığı çok önemlidir. Çünkü insanlar sağlıklı olduğu sürece vatanına da, milletine de, birbirlerine de yararı olur. Affedersiniz, benim eşim rahatsız, felç, Türkiye, dünya benim olsa ne yazar? Onun için sağlıklı yaşamanın sırrını da bileceksiniz.
İşsizlik ve genel sağlık sigortası mutlaka çıkarılmalıdır dedik, onun için de Kam Gün Yasasını biz çıkardık 1978’de. Tam Gün Yasası, bütün hastaneler, devlet hastaneleri, bütün üniversite hastaneleri sabahın 8’inden akşam 5’e kadar bütün vatandaşlara açık. Oradaki çalışan profesörler, doktorlar ve sağlık yasasının Tam Gün Yasasına tâbi olduğu için dışarıda muayenehane açamazlar, hürriyetlerinikısıtlamıyoruz, isteyen ilişiğini keser üniversiteden, devlet hastanelerinden dışarı da muayenehane açabilir. Ama devlet hastanelerinde, bütün sağlık tesislerinde çalışanlar çalıştığı sürece Tam Gün Yasasına göre görev yaparlar, dışarıda da hiçbir şekilde muayenehane açamazlar; çünkü, sağlıkla ilgili konu pazarlık konusu, para konusu değildir.
Avrupa’da şurada sigorta kartın vardır, istediğin yere gidersin, muayene olursun, yazarlar, onu daha sonra sigorta müesseselerinden tahsil ederler. Yoksa bizdeki gibi gel evvelâ muayenehaneye soyun, cebini soy, bırak, ondan sonra hastaneye yat yok. Paran yoksa sürünüyorsun, hastasın, ölürsün. Biz bunu bildiğimiz için 1979’da söylediğim gibi yurtdışında çalışan bütün işçileri, sanatkârları, ev kadınlarını, çalışmayan, derneğe mensup olmayan esnaf ve sanatkârların hiçbiri sigortalı değilken, onların tümünü de yasaların içine aldıktan sonra, Tam Gün Yasasını da çıkardıktan sonra, 80 ve 81’de en geç genel sağlık sigortasıyla işsizlik sigortasını çıkarmak için bütün hazırlıklar yapılmıştı. Bunun için benim bakanlığıma dahil olan görevler arasında genel sağlık sigortası ve işsizlik sigortası realize edildiği takdirde bütün insanlara hizmet verecek olan yeni hastaneler, yeni hemşire kolejlerinin açılması, röntgen film sanayii, ilaç fabrikası, ilaç hammadde sanayi, serum fabrikası, helikopter sanayi, sosyal güvenlik bankası, sunta, deri, kereste, kösele, otomotiv sanayii, milli mensucat sanayi gibi 11’i büyük, dev müesseselerin 3 tanesini realize edebildi, ihtilalden sonra onlar da kapatıldı. Eğer bizim dönemimizde bu söylediklerim realize edilseydi, bugün bir işçi emeklisinin eline en az 150 milyon lira para verirdim ben. “Ben” derken sahsımı kastetmiyorum; Çünkü, özelleştirme biliyorsunuz aktüel bir konudur, bilirsiniz, ama dünyanın hiçbir yerinde böyle özelleştirme yoktur. Özelleştirme devletin, hâzinenin, hazır arsalarını, gayri menkullerini,binalarını yok pahasına satmak değildir. Orada çalışanlara, onlara ortaklık vermek suretiyle orayı kaldırmaktır.
Bugün görüyorsunuz Emekli Sandığı deniliyor, ben sigortayı kastediyorum, Sosyal Sigortalar Kurumunun ve Bağ-Kur’un belki dev müesseseleri bizim zamanımızda yapılmıştır şu Kızılay’da gördüğünüz SSK hanları gibi. Şimdi bunları satılığa çıkartıyorlar. Ne hakları var ki bunları satılığa çıkartıyorsun? Burası işçinin ve işvereninprimleriyle yapılmıştır. Emekli Sandığına mensup olanların da primleriyle o oteller yapılmıştır, gayrimenkuller yapılmıştır. Eğer gayri menkuller zarar ediyorsa, gayri menkul zarar etmez, ettirilir. O zaman herkes gayri menkule elinden çıkarır.
Bu itibarla biz Türkiye’de sosyal güvenliğin tam manasıyla realize edilebilmesi için, holdinglere giden ırmakların yollarının kapatılmasını sağlamak gerekir. Ben bunu Mecliste söyledim. “Türkiye’de Sosyal Güvenlik” diye bir kitap çıkartılmış, orada da olduğu için onu tekrar ediyorum burada. Düşünebiliyor muzunuz bir şahıs, hiçbir imkânı olmayan bir şahıs devletten kredi alıyor, hastane kuruyor, trilyoner oluyor, benim yıllardan beri hazır olan hastanem, hastam hazır, hastanem hazır, zarar ediyorum, mümkün mü? 78-79’da bakanlığım sırasında bir insan kendisini methetmez, ben kendimden bahsetmiyorum, ben o sistemin getirilmesiyle Türkiye’nin ve bilhassa sosyal güvenliğin realize edileceğine inandığım için söylüyorum. Her gece birde, ikide, üçte Türkiye’de gitmediğim hastane kalmamıştır. Pırıl pırıldı, Tam Gün Yasasına göre aldıkları ücret onları tatmin ediyordu. Hiç unutmuyorum Kastamonu’ya gittim, çocuk hastanesinin temelini attığım zaman, tüm Tam Gün Yasasından istifade eden sağlık personelini topladım, “bir sıkıntınız var mı, herhangi bir şikayetiniz var mı, özel veya resmi?” diye sordum. Çünkü bir insanın özel hayatının sıkıntılarını da gidermek bize aittir, yöneticilere aittir. Çünkü bir insanın huzurlu olabilmesi için evvela kendi ev hayatında, kendi gönlünde, kafasında huzurlu olması gerekir. O zaman bir hemşirenin biri, şimdi size belki komik gelebilir ama o fiyatlar o zaman iyi paraydı, çünkü biz 50.000 lira para alıyorduk, 78’de milletvekilleri olarak, hemşire 31.000 lira alıyordu, vali yanımdaydı dedi ki “Sayın Bakanım doğru mu söylüyor bu 31.000’mi alıyor?” “Evet doğru söylüyor” dedim. “Ben valiyim 13.000 lira alıyorum” dedi, dedim ki “sen de oku, hemşire ol, beyaz gömleği giy.”
Yani bununla şunu söylemek istiyorum Tam Gün Yasası çok iyi bir başlangıçtı yasaydı eğer 80 ve 81’i idrak edebilseydik genel sağlık sigortasını kurabilseydik, işsizlik sigortasını kurabilseydik, bugün Türkiye’nin şahsiyeti bambaşka olurdu. Böyle zararlı akımlar Türkiye’de sökmez; çünkü, Avrupa’da aç olan insan yoktur. AvrupalIlar der ki“kafadan mideye giden yolu altın makasla kesmediğin sürece o insanın şahsiyetini bulması mümkün değildir.” Şimdi ben burada size bazı bilgileri arz ediyorum, aktarırken içinizde birinin deri varsa, açsanız beni dinlemezsiniz, dinler gibi gözükürsünüz ama kafanız burada, ne zaman burayı doyuracağım diye düşünürsünüz. Seçim zamanında kolay olur, geçer gider. Onun için buna kimse yanaşmıyor, bakınız 78-79, sene 97, aradan 19 sene geçmiş, hâla yeşil kartla millet avutuluyor.
Tam Gün Yasasını niye kaldırdın, işsizlik sigortasına niye yanaşmadın? Bir vatandaşım bir banka kuruyor, -ismini söylemiyoruz- 50 .trilyon kazanıyor. Benim 2,5 milyon sigortalı işçim var, 2 milyonunun evli olduğunu kabul etsem, 4,5 milyon, 2’şer çocuktan 5 milyon, 6 milyon, 10 milyon; 10 milyonda Bağ-Kur üyesi var, 20 milyon insanım var hazır, bunun bankası yok. Sosyal güvenlik bankasını ben kurabilseydim Türkiye’nin en güçlü bankası sosyal güvenlik bankası olurdu. Neden? Bütün esnaf Bağ-Kur üyesi, 1 milyon şoförüm var, otomotiv sanayii yok, olacak iş mi?! 1,5 milyon yurtdışında vatandaşım var, sosyal güvenlik bankası olmadığı için şubesi yok. Orada şubesi olsa hiçbir bankaya bir kuruş gitmez, hepsi bana gelir. Çünkü biz bunu Frankfurt’ta, Münih’te, Berlin’de, Stutgart’ta, Paris’te yaptığımız toplantılarda – vatansever insanlar hepsi- “aman ne olur banka kurun, biz paralarımızı buraya verelim, kendi bankamıza” diye; çünkü, sonunda onun kârından kendisi istifade edecek.
Yanlış anlaşılmasın şunu söylemek istiyorum, işsizlik sigortası, genel sağlık sigortasının mali bilançosu nedir, bunu nasıl realize edebilirsiniz diye düşünebilirsiniz ama benim zamanımda askeriyenin en avantajlı askeri hekimler, hemşireler, devlet hastanelerindeki dahil sosyal güvenlik bakanlığının bünyesinde sosyal sigortalar kurumuna gelmek istiyorlardı; çünkü, biz önce bir maaş, sonra iki maaş, sonra üç maaş ikramiye veriyorduk ama holdinglere giden muslukları kapatmıştık da onun için.
Bir ilaç fabrikası kurdum, size komik gelir tabii, 5 milyon basan dünyada hiçbir ülke yoktur, para sıfıra müncer olmuştur. O zaman 1 milyara yakın ilaç parası ödüyordu SSK, ilaç holdinglerine; yasa çıkmış 72’de, sene 78 ilaç ve serum fabrikasınıkuramıyorsun, neden? Holdinglerin baskısı var, cesaretle üzerine gittik, 110 milyon liraya Türkiye’nin en modern fabrikasını kurduk. Bakın, 1 milyar ilaç ödüyoruz. Hastanemizde ki yatak, yorgan çarşafı, yastık kılıfı, sterilize pamuk ve bez için 1 milyarikiyüzelli milyon muayyen bir holdinge, tekstile para ödüyoruz, ben Adana’da 220 milyon liraya en modern tekstil sanayiini kurdum fakat ne hazindir ki ihtilalden sonra devletin fabrikası olmazmış gerekçesine dayandırarak, gölgesinde sattılar, devletin mi orası? Bağ-Kur’un kendisinin. Esnaf diyorsun, bakkal çakkal derler. Onlar temel taşıdır Türkiye’nin, onların sağlık sigortaları da yok. İlk defa Çankaya Hastanesini biz realize ettik, Bağ-Kur’a verdik. Türkiye’de 9 ilde büyük sağlık tesislerini Bağ-Kur için getirdik ama kapasitesi müsait olan SSK hastanelerinde de bunlar istifade edeceklerdi. Eğer dediğim gibi ilaç fabrikasını serum fabrikasıyla, ilaç hammaddesi dışarıdan geldi çocuklar; 25’e alırlar, 250’ye satarlar, biz bunları denedik, gösterdik. İlaç hammadde sanayii, ambalaj sanayii, röntgen film sanayii diyoruz; röntgen dışarıdan geliyor, bir harp olduğu zaman ne olur? Durur röntgen. Ben Hindistan’a gittim, Hindistan’da röntgen film sanayii var, Bulgaristan’da var, bizde yok, neden? Muayyen çıkar çevrelerinin işine gelmediği için, büyük vurgun vardır, monopoldür bu, birinin elinden biri alır, biri satar, kimse hesap soramaz.
Dediğim gibi sosyal güvenlik bankasını kursam ben 100 trilyon kazanırım en az. Şimdi bakıyorsunuz hastaneler soyuluyor, havale özel hastanelere gidiyor, oradaki özel hastanelere giremezsiniz, devletin hastanelerine giremiyorsunuz pislikten.
İşte dün ben Tıp Fakültesine gittim eşimin gözü için, arabası yok, şöyle tekerlekli arabası, kimse bakmıyor ama bizim hastaneler öyle miydi 78-79’da pırıl pırıldı. Çok değerli profesörlerimiz vardı, Siyami Ersek’ti ismi, Zafer Paykoç bunlar evvela itiraz ettiler Tam Gün Yasasına, dediler ki “hürriyeti kısıtlıyor bu yasa.” O zamanki Sağlık Bakanı doktor kardeşimiz Mete Han’ın da hocasıydı. Ben dedim ki “müsaade ederseniz Sayın hocam sizin hürriyetinizi kimse kısıtlamıyor, sen serbestsin, istediğin yerde muayenehane aç ama fakülte de olduğun sürece dışarıda muayenehane açamazsın, bu da benim hakkım. Senin hakkında dışarı da muayenehane açmaktır. Bu garibanlarakim bakacak?” parası olmayan vatandaşlarımızın hepsi bizim zamanımızda gelip muayene olabiliyordu. Şimdi giremezsiniz, şimdi zengin olmayanların dışında kimse tedavi göremez, onun için bu devletin de şahsiyetine yakışmaz.
Dediğim gibi 20 milyon insan var, hazır benim elimde; bu hazır insanların bütün ihtiyaçlarını giderecek, fabrikasyonları, her türlü faydalı… Helikopter diyorsunuz; Türkiye’nin helikoptere giden paralarını’ bilir misiniz siz? Ben Japonya’daki ilk antlaşmayı yaptığım zaman Celal İyiceoğlu vardı, İyiceoğlu o zaman Deniz Kuvvetleri Komutanlığından emekli olmuş, büyükelçiydi. O bu konuları da biliyordu, çok değerli bir insandı. Toparladık, görüştük 20 milyon liraya bize helikopter sanayiini kuracaklardı. O zaman 150 milyon, 200 milyon liraya dışarıdan ithal ediyorlardı, düşünebiliyor musunuz?! Kaldı ki helikopter sanayiini biz kursaydık, helikopter sanayii ambulans sanayii olarak bütün hastanelere gidecekti; trafikte kullanılacak, milli savunmanın ihtiyacını, zirai mücadelede, orman yangınlarında, dolmuşçulukta kullanılacak, Avrupa kullanıyor. Bunun geliri kime kalacaktır? SSK’ya kalacaktır.
Dikkat edin, keresteyle iştigal eden bir adam, ismi mevzu bahis değil, trilyoner herhalde, otomotiv sanayii öyle, bankacılık öyle, milli mensucat sanayii öyle, hatta şoförler için o zamanki Enerji Bakanı olan Deniz Baykal, -bugün arkadaşımız Genel Başkan- ile ben protokol yaptım, bizim Bağ-Kur adına istasyonların açılmasını ben teklif ettim, Petrol Ofisini ben alacağım, çünkü benim şoförüm, bütün şoför benim Bağ-Kur üyem, onun kârı da bize kalacak, emekli olduğu zaman ona verilecek. Bunu yaptığın zaman Türkiye kalkınır, en azından 20 milyon bu esnaf, işçi, eş ve çocukları huzurlu bir ekonomik seviyeye varır, sosyal yaşamını da düzeltir ve istikrar nedeniyle siyaset bakımından da reyini verirken tok olan adam, midesini düşünmeyen insan, gerçeği görür, doğrusunu seçer.
Avrupa’da bizde ki gibi meydin mitingleri yoktur, bilgisayara bakar, Hilmi îşgüzer kimdir? Ona göre reyini verir ama adam aç değil ki karnı, işsizlik sigortası var. Devletin bir numaralı görevi işsize iş vermektir. Görüyorum, yadırgıyorum, diyor ki “efendimbizim kadromuz yok” “ne işin var senin burada, ne yapacaksın sen?” Aç olan adamın bayrağı olmaz, vatanı olmaz, onu doyuracaksınız kardeşim. Bu vatan bizim, bu millet bizim, başka yerimiz yok; birbirimizi seveceğiz, sayacağız, milletimizin birliğini, bütünlüğünü sağlayacağız ama bunu yaparken de adaletten ayrılmayacağız, sosyal adaletten ayrılmayacağız.
Bir bakıyorsun adam trilyoner kazanıyor, bir bakıyorsun adam sefil perişan yok. Böyle şey olur mu? Hatta en son Sosyal Güvenlik Bakanı bir arkadaşımız avukat, meslektaşım, bana dedi ki; “sizin zamanınızdaki bu teklifleri gördüm, çok bahtiyar oldum fakat ne yapalım ki Doğru Yol Partisiyle beraber ikimiz koalisyondayız, yanaşmıyorlar.” Ben de onlara şunu söyledim, dedim ki “bunlar özel sektörcülüğü çok severler, siz de özel sektörün tipik örneğini SSK’da, Bağ-Kur’da görebilirsiniz” Büyük holdinglerin isimlerini söylemiyorum, bilirsiniz hepsi bu büyük holdinglere, sonradan türetilere verilen imkânları, devletin verdiği imkânları Sosyal Güvenlik Bakanlığının bünyesindeki Bağ-Kur Genel Müdürlüğüne, SSK Genel Müdürlüğüne ve Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğüne tanınması lâzım. Adam alıyor 1 trilyon, 5 sene sonra 5 trilyon oluyor, 5 trilyondan atıyorlar 1 trilyonu yani faize atıyorlar, o 1 trilyonu da vadeye, o imkânı sen bana ver, ben Türkiye’nin bütününü kalkındırayım.
Bunun için tabi siz gençsiniz, yarın hayata atılacaksınız, göreceksiniz insanlar kendi memleketini çok sever, şimdi Ziya Paşa öyle diyor; “Diyarı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm, dolaştım mülkü islâmı, bütün viraneler gördüm, ben her ne kadar gördüm ise de bazı mazarrat, sabitim yine rey kat üzerinde canan gider Hindan dağına, mey ola rizan böyle gecenin hayrı olur seherinde”
Tabii siz bunu anlamadınız. Biz bunu lisede okuduğumuz için biliyoruz. Diyor ki; ben dünyayı gezdim, mamureler, güzel şehirler, gülen yüzler gördüm, iyi elbiseli insanlar gördüm. Dolaştım mülkü İslâmî, bütün İslâm alemini gezdim, baykuşların tünediği viraneler gördüm ama buna rağmen yine diyor reyim de musırrım, sabitim. Günün birinde belki onların seviyesine gelebilmek için kendi milliyetimi, vatanımı,onların sevgisini içimde yaşatarak, onların seviyesine gelmek için mücadele yapacağım ve neymüt olmayacağım” diyor. Biz de çok gezdik her tarafı, gördük, geldik, üzülüyoruz ama üzüntüyle kendini bir tarafa çekersen, üzülmeyen, yüzsüz insanlar Türkiye’yi yönlendirmeye çalışır.
Bütün gayri safi milli hasılanın, bir inceleme yaptırmıştım 78’de gayri safi milli hasılanın yüzde 40’ını 20 holding alıyor,’bu yüzde 40’ın 25’ini 4 holding alıyor. O zaman ben demiştim ki; “bunların servetine göre, bunların kazancına göre vergi verilmesi lazım” Bir zamanlar yaptılar, bütün Avrupa ülkelerinde sen bunu kazanmışsın, bu kazancın vergisi şudur, ne verdin sen şu, alamazsın giremezsin ona. Ama kimse onun üzerine gidemez. Ben onu söyledin Mecliste, hâzineden 20 tane ırmak akar, bu ırmaklar 20 tane holdingin havuzuna akar ama 78-79’da söylediğim zaman, şimdi o günkü holdingleri 2-3 defa katlayan insanlar yoktu, 80’den sonra öyle olanlar da var. Şimdi belki 25 oldu, 30 oldu, 30’a akar bu hâzinenin ırmakları, eğer önüne mania gelirse, ırmaklar ona çarparsa, etrafa sıçrayan kırıntılar da, çölde kalmış susuz çöl yolcuları gibi böyle hüp diye olmaya çalışır; o da alabilirse eğer.
Bir de şunu söyleyeyim size: Avrupa’yla ilgili dedim, şimdi zamanın dışişleri bakanı, rahmetli oldu İhsan Sadri Çağlayangir, Ali Nail Erdem o zaman Sosyal Güvenlik Bakanıydı, şimdi hâlâ sağ ki 1968-69’da “Balkanlar ve Avrupa Notları” diye bir kitap çıkardı. O zaman Avrupa’daki insanların yaşantıları, Avrupa’daki kadınlarımız, işçilerimiz, hariciyecilerimizle ilgili ve onların sorunlarını dile getiren kitaplarla ilgili, bunu da 1978’e kadar muhtelif zamanlarda meclise intikal ettirdik. Hatta Suna Tural’dan bahsettim, Suna Tural’la birlikte de şöyle bir kitap da onunla birlikte çıkarmıştık; onu herhalde bulamadınız, yoktur. Orada da çok önemli önergeleri meclisle getirmiştik; ama, biliyorsunuz ki Türkiye’deki politikayla dış ülkelerde ki politikalar birbirini tutmuyor, bizim Vasfi Raşit Sevük diye bir hocamız vardı hukuk fakültesinde, çok değerliydi. Bir Hicri Fişek vardı bizim çok muhterem hocamız hukuk fakültemizde. Bunlar fazilet timsali olan insanlardı. Vasfi Raşit derdi ki; “hukukla evlenmek için geldiyseniz, şeklen ve ruhen evlenmek için geldiyseniz buraya devam edin, yoksa burayı terk edin gidin”derdi. Onun için insan mesleğini de, hukukunu da siyasal bilgilerle iyi evlenin, onu bırakmayın, bilginizi; çünkü, bilgili insan cesur olur. Ama, efendim derler ya, “fikri hür, vicdanı hür gençlik” diyorsun, bu gençlikte hür olabilmenin yollarından biri de ekonomik istikrar içinde muayyen sosyal yaşamını sağlayacak bir gelir kaynağına, bir sosyal güvenceye kavuşmuş olmasına bağlıdır.
Bu arada tabii ben onu söylerken ‘Tam Gün Yasası, ilkin ona el atıldı, ondan sonra işsizlik sigortası, genel sağlık sigortasının her türlü hazırlıkları getirildi, bu arada huzurevleri Türkiye’de yoktur bakın arkadaşlar onu söyleyeyim. Rehabilitasyon merkezleri yoktur, Türkiye’de kendi kaderine terk edilmiştir. Kreşler, huzur evleri, rehabilitasyon merkezleri, son yardım hastaneleri yok Türkiye’de. Suni böbrek merkezlerini biz getirdik ilk defa oraya, ardiyolaji merkezleri. Efendim sonra onkoloji klinikleri açıldı, kan merkezlerini ilk defa biz getirdik burada. Telefon eder hanımefendi, beyefendi biz oraya ekip kurdurmuştum ben, araba gider evinde onun kanını alır, getirir ve en güzel zamanını, çağını yaşamıştır o zaman; ama, bugün maalesef bu yönetime bağlıdır. Şimdi öğrencileri kim yetiştirir? Öğretmen yetiştirir, öğretmen faziletliyse, bilgiliyse öğrencisi de öyle olur. Benim bir öğretmenim vardı derdi ki; “makamınız, mevkiiniz, servetiniz ne olursa olsun önünüze gelen insanların yerine kendinizi koyarak karar verin. Yine makamınız, mevkiiniz, servetiniz ne olursa olsun; yaşlılara, hastalara, hanımlara ve çocuklara hürmetkar olun, bugünün işini yarına bırakmayın. Vatan, millet, bayrak en mukaddes varlıktır, bunların etrafında kenetlenin.” Esas olan da budur. Şinasiler, Ziya Paşa’lar, Namık Kemal’ler en büyük mücadeleyi vermişlerdir; ama, şimdi görüyorsun çalkantılar devam ediyor, kim ne diyor belli değil. Onun için siz yerinizi alacaksınız, onların yerine siz geleceksiniz, bu yeni bilgilerle, ideal duygu ve düşüncelerle memleketimizi daha ileriye götürme imkânlarına siz kavuşturmuş olacaksınız. Benim şimdi söyleyeceklerim bu kadar. Aklıma gelenler bu. Teşekkür ediyorum, sağ olun.
DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK- Biz teşekkür ederiz. Şimdi arkadaşlar sorularınızı almaya başlayalım. Hazırlık yaptığınızı umuyorum.
SORU- Siz bu çalışmaları yaparken, tabandan gelen talepler doğrultusunda mı yaptınız, yoksa kişisel olarak gördüğünüz aksaklıkları mı fidermeye çalıştınız?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi ben her şeyden önce bir insan olarak, dedim ya makamın, mevkiin, servetin ne olursa olsun yerine koy. Evvela kendimi onların yerine koyarak hareket ettim, sonra da yaptığım büyük toplantılar da herkesin bunu istediğini gördüm. Bilhassa köylülerimiz, bilmiyorum memleketin neresi? Şehirleri bırakalım köylere bakalım. Bugün köylü vatandaşlarımızın hiçbirinin sosyal güvencesi yoktur, garibandır. Karadeniz; küfesiyle terasa toprak götürür, oraya mısır eker, onu yer, hiçbir şeyi yok. Hatta bir gün ben söyledim dedim ki; ben Sinop milletvekilliği yaptığım için biliyorum, at üzerinde hamile kadınların sancı çekerek öldüğünü gördüm, Meclise getirdim, ben her yaz 3 ay köyleri gezerim, nerede akşam orada sabahlarım. Onların yatakları keçe, yastıkları kütüktür. Bunları söyledim ve eğer bunu yapabiiseydik o insanlarımızın yüzü gülerdi. Yine en saf, en temiz insanlar onlardır; çünkü, buraları görmediği için mukayse etme imkânları yok, o kendi âlemleri içerisinde kalıyor. Yalnız ümitlerinizi yitirmeyeceksiniz hiçbir zaman. Ümitsizlik insanları felakete götürür. Hatta şairin biri der ki; “elinden dal gibi düşerken ümit, ne bir hasret dinle, ne bir ah işit. Bir yaprak ol, esen rüzgârlarla git, bir tekne ol dalgalanda gel.” Bazen gider gelirsin ama yine buradasın, hedefine varacaksın.
SORU- Şu anda SSK dahil bütün kurumların başına ne geliyorsa, kadrolaşma, siyasi partilerin işin içine karışması yüzünden geliyor. Yani siyaset egemen olmuş, artık siyasete egemen olanlar da meydan da. O zamanlar da keşke bir kaç yıl sonrasını görüp, SSK’nın siyasetten ayrılması için, yani özerkleşmesi için, gerçek anlamda bir çalışmanız oldu mu?
HİLMİ İŞGÜZAR- Evet, çok güzel bir soru. Hanımefendi çok güzel bir soru sordu, fevkalade güzel. Bizim bakanlığı devir aldığımız zaman buyurduğunuz doğruydu. 5 kişilik yönetim kurulu üyesi vardı, 3’ü hükümet yanlısı, 1’i işveren, 1’i işçiydi. Hükümet kadrolaşmasını yapıyordu. Biz bir yasa ile bunu 9 kişiye çıkardık, 9’un1’i genel müdür, 1’i hekim, 1’i de hukukçu üyesi. 3 tanesi hükümet yanlısı, 1’i de Maliye temsilcisi 4 ediyor. 5 tanesi seçimle geliyor, ikisi işverenin, ikisi işçi, bir tanesi de işçi emeklisi yoktu. Bakın işçi emeklisini biz getirdik, orası bağımsız president şimdi esas çelebi benim zamanımda öğretim üyeliği yapan şimdi doçent yahut profesör olan bir arkadaşım vardı, müsteşar muavini. O değerli insan hatta şimdi burada hoca olduğu için iftihar duyduğum Alparslan Işıklı bey kardeşimizle o zaman bir ekip oluşturmuştuk 9 kişilik, bu SSK ve Bağ-Kur’u tamamen özerk müessese yani 4792 sayılı yasaya göre SSK idari mali özerktir. Bağ-Kur’a 1479’a göre öyledir. Ama o 5 kişilik kadroyla, yönetim kuruluşla bütün yetki onlarda olduğu için kadrolaşma oluyordu, biz onu kaldırdık; ama, ihtilalden sonra tüm bitti. Yani biz onu düşündük, doğru söylüyorsunuz hatta biz onu şöyle yapıyorduk: Mesela bir yerdeki çalışan işçiler kaç tane? Şimdi hastaneler diyoruz değil mi, hastanelerde çalışan hekimler var, hemşireler var, müstahtemler var, santralciler var, bunların hepsinin hayatı ortaktır. Sosyal Güvenlik Bankasına ortak, helikopter sanayiine ortak, demin saydığım 11 komplekse bunlar ortak; ama, bunların yönlendirilmesi tamamen müstakil olacak onların temsil edecek insanların yüzde 51’i, yüzde 52’i onların elinde. Oy meselesiydi Avrupai şeklinde; ama, ihtilâl geldi, ihtilâl ferman dinler mi? Adam Anayasayı kaldırıyor, Meclisi kapatıyor, partiyi kapatıyor, istediğini asıyor, kesiyor, kaldırdılar, şimdi bunlarda işine geliyor istediği kadrolaşmayı yapmadığı için, bunu yapmıyorlar. Doğrudur, biz onu düşünerek öyle yaptık, onun için de öğretim üyelerinden de istifade ettik.
Aklıma geldiği için söylüyorum, çok değerli bir insan olan Alparslan Işıklı kardeşimiz o zaman bizim o komisyonun içindeydi, 9 kişilik komisyonun içinde vardı.
SORU- “Avrupa’da birçok ülkeyi gezdim” dediniz, dolayısıyla işsizlik sigortasının Avrupa’daki yansımasını görmüşsünüzdür yani müşahade etmişsinizdir. İşsizlik sigortası gerçekten umulduğu kadar verimli veya gerçekçi bir sigorta kolu mudur?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi efendim şu; insan ne der, “nefsini körletmek” tabirini derler Anadolu’da. Bir lokma, bir hırka… Eğer onu yerebilirse karnı tok, o hayatınıgaranti sayar. Avrupa’da ve Avrupa ülkelerinde, Avrupa Birliğine mensup olan bütün ülkelerde insanların insan oldukları tespit edildiği için, -hayvanlar da diyorum ayrıca- onların görevi işsiz adama iş bulmak zorundadır. İş buluncaya kadar asgari ücret üzerinden işsizlik sigortası ödemek zorundadır. Bizde öyle bir şey yok. Geçici işçiyi atıyor bugün. Yani işsizlik sigortası derken de asgari ücretten aldığı parayla orada geçinebiliyor. Ben Avustralya’ya gittim, Avustralya’da 25.000 vatandaşımız var. Bakınız bizim kötü tarafımızda var, onda da gerçekleri söylemek lâzım, adam işsizlik sigortasından istifade edebilmek için sağa sola öyle şeyler istiyor ki, şunları şunları şunları isterim diyor, onlar bulunmayınca iş buluncaya kadar, onun istediği branşta iş buluncaya kadar işsizlik sigortasına bağlıyor orası. Bunu bana o zaman ki bir bayan Sosyal Güvenlik Bakanı olan Christian Hanımefendi dedi ki; “bunları yeni fark ettik, bunların hep işsizlik sigortasını keseceğiz.” “Niye?” dedim. İstedikleri konumuyla, kendi nosyonları arasında münasebet yok, onlar da saf saf önce onu kabul etmişler, sen ne istiyorsun, senin istediğin işbölümünde yer bulabilmek için zaman geçiyor, o süre içinde sana asgari ücretten para veriyor.
Bir de şu var bakınız; Avrupa ülkelerinde ki insanlarımızın da çoğunun Çifte Vatandaşlık Yasasını biz getirdik oraya. Şimdi Avustralya’ya gidiyorsun, Almanya’ya gidiyorsun, Fransa’ya gidiyorsun. Fransa’da Cezayirliler, İtalyanlar, İspanyollar, Yugoslavian Avustralya’ya gidiyorsun Yunanlılar hâkim, lobide; Türkleri eziyorlar orada. Bizimkiler orada vatandaş olamıyor, işte onu açtık, “siz Avustralya vatandaşı olun meclise girin, belediye meclisine girin, şuraya, buraya girin” İlk defa ben orada Türk işçilerin çocukları için 400 kişilik kreşi ben açtım kordelasını. O zaman ki Madam Christian 200.000 dolar ayırdı o zaman. Tabii onu gazetelerde yazdı bir zaman ve orada biz rakı fabrikası yapacaktık, çay fabrikası yapacaktık. Bizim buradaki yapmak istediğimizin bir kısmını orada ki Türklerin ihtiyacını giderecek, adamlar kabul ediyor bunları ve de kolaylık gösteriyor. Mesele bunu duyarak, düşünerek üzerine gidebilmektir. Sen gitmedikten sonra gâvur sana şey yapar mı? Gâvur deriz, halbuki gâvur dediğimiz bir insandır, o da “Mon dieu” diyor, Allah’ım; sen de diyorsun “Allah’ım”Yani o yönden konu tatmin ediyor. Bakın şimdi Almanya’da çalışan insanlarımız var. Belki tanıdığınız olabilir, sorun. İşsizlik sigortası alırken en az 1.000-1.500 Mark alıyor. 1.500 Mark bugün nedir? 100 küsur milyondur, senin burada kim alır? Asgari ücret 17, o da bulabilirsen. 11 milyona çalışan kızlar var, sekreter. Ben gidiyorum bazı yerlere, soruyorum; “kızım ne kadar alıyorsun?” diye. “11 milyon” diyor. Yani dengesizlik var. Ama, asgari ücretin Avrupa’daki değeri şudur; bir anımı da kısaca anlatayım; Hamburg’ta işçilerin büyük bir grevi var, o zaman Türk-iş Genel Başkanı Ali Tunç, ben ve 4 milletvekili arkadaş oraya gittik, işçilere dedim ki “niçin ısrar ediyorsunuz?”
“İstediğimiz yüzde” 5 diyor, maaşa yüzde 5 istiyor, işverenler yüzde 10 vermek istiyor, işçiler istemiyor, hiç düşünebiliyor musunuz? Dedim ki “neden yüzde 10 almıyorsun?” Diyor ki “ben yüzde 10 aldığım zaman -kurnaz o, kârdan değil- kamuoyuna yaptığı ihtihsalin üzerine inikas edecek, yansıtacak fiyatları; ey millet ben işçiye yüzde 10 zam verdim, yüzde 10’da fiyata zam verdim. Bunu önlemek için almıyorum” diyor. İşte bu şuur var, bu şuur bizde var mı? Bizde geliyor başbakan diyor ki; hiç cumhuriyet tarihinde görülmemiş “size yüzde 250-yüzde 300 maaşına zam veriyorum”… “ben maaşa zam istemem, istikrarlı bir fiyat politikası takip et”…
Dolar neydi bizim zamanımızda 18 Liraydı. Ben Japonya’ya gittim, bana 5.000 Mark verdiler, 2.000 Markını geri getirdim, hâzineye verdim. 6 liraydı, 8 liraydı Mark, şimdi Mark 78-80 bin, Dolar 135.000. bunda kim ezilmez? Vurguncuların dışında herkes ezilir; yani, o yönden asgari ücret Avrupa ülkeleri için fevkalade önem taşır; çünkü, bizde gazetelerin fiyatı belli değil mi? Gazete Ankara’da da basılsa fiyatı bir, İstanbul’da da, Ağrı’nın köyünde, Edirne’nin köyünde de fiyat bir. Fransa’da da gömleğin markaları var, hangi yere gidersen fiyat aynıdır, değişmez ve asgari bir zam yüzde 2,5’u geçmez, enflasyon 5’i geçmez, yer yerinden oynar. Burada enflasyon yüzde 150, sana vermiş bilmem ne, ne kıymeti var?
O itibarla Türkiye’de işsizlik sigortası çok önem taşıyor, haysiyet yönünden lâzım. Aç adam olmaz ki, günahtır, yazıktır. İnsanlar yaşamak için dünyaya geldi, şimdi sizeburada yemek alamazsanız, paranız olmazsa buraya gelebilir misiniz, mümkün mü kardeşim; onu söylemek istedim.
MUAMMER KÖKEN- Size sosyal güvenlikte korumu olarak barındırdığınız, içinde bulundurduğunuz tüm işçilerin bütün haklarını, bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir amacınız olduğunu görüyorum konuşmalarınızda; ama, insanların ihtiyaçları sonsuz biliyorsunuz, yani tüm ihtiyaçları karşılamak acaba sosyal sigortaların meşguliyetini artırmayacak mı?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi biliyorsunuz, ekonomide zaruri ihtiyaçlar vardır, lüks ihtiyaçlar vardır, şu vardır, bu vardır… Bizim bir insanın asgari manada yaşayabilmesini sağlayacak imkânlara kavuşturma meselesidir. Zaten biliyorsun adama sorarlar; senin derdin bitmez mi? Benim derdim bittiği yerden başlar. Arzuların bittiği yerde tekrar arzular başlar; arzular sonsuzdur. “Ne arzum, ne emelim, kırılmıştır bir elim, bin gurbette değilim, gurbet benim içimde” diyor ya, onun için onu öyle kabul edeceksiniz. İnsanların ufku geniştir, arzuları geniştir. Evvela giyinmek ister, barınmak ister, sonra yemek, ondan sonra arabam olsun, yatım olsun, katım olsun, atım olsun der. O değil, yani genelde bir insanın haysiyetine yakışır, geçimini sağlayan bir ücrete kavuşturulmasıdır. Ondan da öte, sağlık tesislerinden istifade edebilmesi mevzu bahis konusudur. Dediğim gibi, köpeğin sigortası olan bir ülkede, ben hiç unutmuyorum bakınız, bu Tam Gün Yasası çıkmadan bir hafta önce Numune Hastanesine gittim, Sinop’lu bir vatandaşım gelmiş, ayağı kırılmış, orada bekliyor, çivi yokmuş, çivi. Vedat Ali Özkan’da o zaman Sağlık Bakanı, ben milletvekiliydim. Vedat Ali Özkan çok değerli bir insandı, aktif bir insandı, rahmetli oldu. Gittim oradaki başhekim dedi ki; “efendim biz bir şey yapamıyoruz” dedi, biz de genciz tabi o zaman. Dedim ki; “bu insanın yerine kendini koy, ne olursun dedim sen doktorsun. Burada sabahtan beri sinekler böyle kanlar üzerinde gidiyor, ayıp, yazık” dedim. “Kardeşim ne yapayım çivi yok” dedi. Dedim ki müsaade edersen şuradan bakanı bir arayayım dedim. Allah’tan tesadüf bakanı bulduk. Dedim ki “geliyorsun mecliste caka yapıyorsun, şöyle yaptım, böyle yaptım, gece baskın, gündüz baskın, gel dedim, şimdi atla arabana gel şimdi şuraya, birvatandaşı gör, sokakta ölmüş bir köpeğin üstünde gezinen sinekleri insanların üstünde görürsün” Telaşlandı, “ne oldu?” dedi, o da hassas bir adamdı. Dedi ki “bana Bıaşhekimi ver” dedi, verdim, efendim dedi ki “çivi yok, bu yok.” “Şimdi tahsilatı gönderiyorum dediBakan. Sonra da dedi ki “Allah razı olsun, bizim 2 senelik ihtiyaç geldi” dedi, ben de bugün ne diyorum bilir misin? Devlet büyüklerinin ¡seyahatlerine bakın, 5 milyon dolardır çoğu. Her seyahati 3 milyon-5 milyon dolar, o doları her gün gitsem bir hastaneye versem, orası kalkınır geçer. Bu bir mantalilte meselesi, görüş, duyuş meselesi. Servetin sonu gelmez, arzunun sonu gelmez; ama, gideceğin gurbet eldir veya öte dünyadır, götürdüğün 4-5 metre kefen beziyle gidersin. Ne diyor adam: “Dostlarım ağlayın öldüğüm zaman, rüyayı bir yana, rüyayı o günler bir yana atın, tutunuz tabutun bir kenarından, derin uçuruma beni fırlatın.” Öldükten sonra bittin sen , ne olacak? Onun için çalışacaksın.
DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK- Şimdi o dönemde siz “otomotiv sanayi kursun SSK” dediniz, tekstil sanayiine girmesini istediniz, ilaç fabrikası kurdunuz, dolayısıyla sizin konuşmalarınızdan da onu edindik. Holdingleri rahatsız eden bir takım çıkışlarınız ve eylemleriniz oldu. Şimdi bu olaylar karşısında kimi yanınızda buldunuz, kimi karşınızda buldunuz?
HİLMİ İŞGÜZAR- Evet, Sayın hocanızın da buyurduğu gibi, şunu söyleyeyim ki 1978-79 en fırtınalı zamanı olmuştur. Bütün holdinglerin temsilcileri başkaldırmıştır. Yanımızda kimi bulduk bilir misiniz? Yanımda ben işçilerden başka kimseye bulmadım. Sendikaların dışında kimseyi görmedim, sendikacılar bir kısmı politize olmuş olan, bazı başkanların dışında ki onlar bugün bazı gerçekleri daha iyi gördükleri için, gördükleri zaman diyor ki; “sen ne kadar haklıymışsın, ne kadar büyük işlere girmişsin” falan , hikayeler anlatıyor. Hocamızın dediği gibi bütün holdingler, ilaç holdingleri, tekstil holdingleri, hatta -ismini söylüyorum- röntgen film sanayinden en çok müteessir olan isimlerin başında Kızılay gelmiştir, genel başkanlık, en yakın arkadaşlarımız bizim aleyhimize geçmiştir. Halbuki bu memleketin ihtiyacı olan röntgen film sanayi. Neden? Röntgen film sanayii öyle bereketli ki en asgari 3.000 vatandaşa iş veriyor bir. Bununartıklarından sinema filmi, fotoğraf filmi, matbaa filmi, oyun kâğıdı imal ediliyor. Bundan da yedeklerinden 400-500 kişi böyle çalışıyor. Bunu Sinop’a kurmak istiyorduk, en müsait yer diye. Yerler alında, hazırlandı, kaldı.
Yanlız, gariban insanları gördüm, sendikacıları gördüm, hatta bende onların şiirleri de var, çeşitlli yazıları da var; seni yerler, seni şöyle yaparlar, böyle yaparlar; ama, senin ismini söndüremezler, şu ilaç firması dahil, o pervasız vurguncuların suratına atılmış bir şamardır diyen sendikacı kardeşlerimizden mektuplar aldık.
Evet, şimdi ben sizin yerinizde oturuyorum. Hep kafam orada, hukuk fakültesine gitti benim, sizin gibi hocalara soru sorardım bende.
DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK- SSK çalışanlarının, yani bürokrasinin de diyebiliriz, çalışanları bunun içine katabilirsiniz de, katmayabilirsiniz de, tavrı ne idi?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi efendim şu var; “at binicisine göre kişner “ derler ya ben mesela hiçbir memur arkadaşıma dokunmamışımdır. Hatta aksine bazı konular olmuştur, faşisttir, solcudur hikayeleriyle sağa sola sürülmüştür, çoğunu da ben toplamışımdır. Onlara da demişimdir ki; bu memleketin çocuğusun, sağcı da olabilirsin, solcu da, birbirlerinizi seveceksiniz. Şimdi bir iki genel müdür vardı, ismini söylemiyorum, bunlar atılmış. Yoldan gidiyorum, ben yürürüm. Gördüm, “ne yapıyorsun?” dedim, “ağabey, eve ekmek parası düşünüyorum, ben atıldım” dedi. “Gel seni müşavir yapayım; ama, sevecen olacaksın.” O zaman genel müdür, genel müdür muavinleri, müsteşar kimseye dokunmadım, yalnız Esat Çelebi’yi getirmiştim, müsteşar muavinliğine. Müsteşar olarak da yine bir arkadaşım politikaya atılmak istiyordu. “Tamam seni bakanlık müşaviri yapayım, serbest ol, yerine bir başkasını alayım” dedim. Çok iyi bir yere geldi. Bazı politize olmuş memurlar var, Adalet Partisine bağlanmış, onlardan gözüküyor, şimdi benim yanımda tamam diyor, ötekine de gidiyor, böyle diyor; ama, onlar kıpırdayamadı; çünkü, her gün kontrol ediyordum. Ben her gün değil; ama, mübalağasız 15 günde bir brifing yapıyordum, gelirimizle, giderimizle. Her gün biz temel atıyoruz, bunun parası bol, nereden verilecek? Kontrol ediyorduk, ilaçtan,şundan, bundan hepsi para biriktiriyordu. Benim zamanımda 26 milyar, ufak para değil, o zaman büyük para; çünkü, Türkiye’nin bütçesi 232 milyar, sene 78’de 232 milyar, Türkiye’nin bütçesinin 26 milyar, prim borçları var, kimin bunlar? Holdinglerin. Hukuk müşavirlerini çağırdım, “bir hafta içinde holdinglerin mallarına el koyup, haciz edeceksiniz” dedim, bitti, 3 belediye kaldı, o da kamu teşekkülü. Onu’da bağladık, tamam. Bunları yapıyorlardı, kendi aralarında; ama, bunların üzerine giderseniz onlar kıpırdayamaz ki, bilirseniz ama, çok değerli insanlar da vardı o zaman, bunlarla ahenk içinde çalıştık; ama, her dönemde var; ama, şimdiki gibi değil, şimdi görüyorsunuz SSK’ya iflas diyor. Nasıl olur iflas? Şimdi bizim yaptırdığımız primlerle yapılan binaları sen nasıl satabilirsin? Emekli Sandığı mensuplarının primleriyle alınmış otelleri, gayrimenkulleri nasıl satarsın kardeşim, bu mümkün mü? Denk bütçeyi annem de yapar o zaman. Evini satsın açığını kapatsın, sonra ne yapacaksın? Yeni akar getireceksin, vergi reformuyla, ithalat-ihracatla. Görüyorsunuz bakın, Batman’da petrol var, Diyarbakır’da petrol var, GAP var çalıştıramıyorsun, Çekiç güç gelmiş, oraya oturmuş, PKK’nın arkasında o var, şeriat numaraları var. Niye? Türkiye karışsın, birlik beraberlik bozulsun. Ben onu derim; bana bir tek İslam ülkesi gösterin, ben elhamdülillah Müslümanım, bunun propagandası yapılmaz, şu hanım kız belki benden daha dürüsttür, onu ,Allah bilir, ben söyleyemem, ben senden daha iyi müslümanım diyemem, bunu Allah bilir, bununla uğraşan insanları ben Müslüman saymam. Bana bir tek ülke gösterin Müslüman ülke ki Türkiye’nin seviyesinde olsun. Yoktur, en az 100 sene gerisindedir. Bana da bir ülke gösterin ki; en geride olan batı Avrupa ülkelerinin seviyesine biz daha gelmemişizdir, en az 20-30 sene farkımız var, İspanya, Portekiz en geride olmasına rağmen; ama, bu imkânlarımızı ileri götürmek varken, geriye götürmenin de bir manası yok, bu da sizlere düşer. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa, bil ki vatandır” diyor, işte o vatanı birlikte, beraber korumak, düşünmek mecburiyetindeyiz.
SORU- Sizin zamanınızda Esat Çelebi’nin hazırladığı bir reorganizasyon modeli var, SSK’da başkanlık modeli, onu biraz açıklar mısınız, zararları, yararları açısından.?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi, demin de “kadrolaşmayı önlemeniz ne şekilde olabilir?” şeklinde bir soru olmuştu. İşte reorganizasyon meselesi buydu. Orada tamamen politikanın hakim olamayacağı bir kadrolaşmaya getirmek, hiçbir zararı yok bunun; çünkü, onlar politikacıları rahatsız ediyordu, çıkar çevrelerini rahatsız ediyordu. Hatta biliyorsunuz şair diyor ki; “çatılarımız bir odalarımız ayrı da olsa yine ben kendimi gurbette sayarım” Bizim çatılarımız bir değil, çatı Bağ-Kur’la SSK’nın çatısı bir, Emekli Sandığının çatısı ayrı, bankalardaki sandıkların çatılar ayrı, ben bankaları da o zaman İş Bankasından büyük reaksiyon geldi bana, hepsini birleştiriyoruz, eşitlik, egalite diye. İşte reorganizasyonu yapabilseydik, iyi bir şekle gelebilseydik, zaman olsaydı, bugün; ama, ihtilal oldu. İhtilal olduktan sonra hepsini yok ediyor, yeniden kuruyor. Halbuki hiçbir ülkede, hukuk devleti olan ülkelerde, hukukun üstünlüğü olan yerlerde, hiçbir güç ve kuvvet hukuk hâkimiyetinin üstüne çıkamaz. Adam geliyor, Yüksek Hakimler Kurulu diyor, atıyor, kapıyor. Savcılar kurulunu kapadı, meclisi kapadı, partileri kapadı, hepsini sürdü. Kimse ağzını açabildi mi? Bugün duyabiliyor musunuz Meclisi kapatanlar, Anayasayı kaldıranlar, partileri kapatanlar, hukuk devletini yok sayanlar hakkında bir tanesi bile bir konuşma yapabiliyor mu? Şimdi, şu anda bile. Evet, basın hür değil mi?!
SORU- Bugün, Türk sosyal güvenlik sisteminin içinde bulunduğu en önemli sorunlardan biri olarak emeklilik yaşı gösteriliyor, işte erken emeklilik tartışmaları falan oldu. Çok fazla erken emeklilik olduğu için, çok fazla emekliler ortaya çıktığından dolayı, prim vb. birtakım sorunların çıktığı söyleniyor. Siz bakanlığınız sırasında bu konuda bir takım çalışmalar yaptınız mı ve şu anda ki sorun hakkında ki düşünceleriniz neler?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi onu da söyleyeyim, tabi Avrupa’da yaş hadleri yüksek, şöyle ki; Almanya’da, Fransa’da erkeklerin emekli yaşı 65, hanımların 63. Biz de bunu, bizim zamanımızda yasamızda getiriyorduk 55-50 olarak; çünkü, Türkiye’deyaşama şartları, sosyal imkânları, ekonomik gücüne göre. Şimdi tarlaya gidersiniz bir hanım görürsünüz; çapa yapar, mısır eker, buğday eker, biçer. Sorarsın “bacım kaç yaşındasın?” 70-60 yaşında gözükür, soruyorsun “32 yaşındayım” diyor. Avrupa’da bisiklete binen bir hanıma soruyorsun, diyor ki ben “80 yaşındayım” Bizden genç o, niye? Yarını düşünmüyor, korku yok, kirayı verebilir miyim, ekmek alabilir miyim diye düşüncesi yok. Hastalandığım zaman, bakın size bir hatıramı anlatayım; aklıma iyi geldi, Abdullah Yüce’yi tanır mısınız, duydunuz mu? “Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap. Zavallı gönlüm ne kadar harap. Nasibim olsun bir yudum şarap, sun da içelim bade yarin elinden” Bunu söyleyen, sosyal güvenlikten yoksun bu insanlar. Filmsan vakfını ziyaret ettiğim zaman, bu çok İstanbul efendisi bir insan, Urfa’lı. Dedi ki, “efendim benim bir gecekondum var Yeniköy’de, bir oraya gelebilir misin? Gelirim, bindik arabayla gittik, orada bir başhekimin arabası, ben kırmızı arabaya binmezdim, götürmezdim zaten. Şimdi burada görüyorsunuz İstanbul’a gidiyorsunuz uçakla, buradan araba İstanbul’a gidiyor boş orada gezmek için. Bir bakanın orada her türlü imkânı var. Valinin arabasını al, emniyet genel müdürünün arabasını al, hiçbir şey yapamaz. Oradan bir araba bulduk, gittik Yeniköy’e, dedi ki; “şu şeyi bir söyle” bakayım, “gururun rengi vurmadan cama” bir şarkıyı söyle. Ben çok severim bunu, söyledikten sonra dedi ki; ben ıstırap içindeyim, geceleri yattığım zaman Sayın Bakanım dedi, kafama ne geliyor biliyor musun? Ey Abdullah Yüce ya bir kriz gelirse, kalp krizi gelirse, ya bir hastalık olursa sen nereye yatarsın? Emekli Sandığına tabi değilsin, Bağ-Kurlu değilsin, SSK’lı değilsin, ne yapacağım ben? Beni yiyip bitiren bu ıstırap dedi. Sultan diye bir kızı vardı, öldü. Aradım sonra rahmetliyi, dedim ki Allah izin verirse, o zaman bizim senatoda vardı mecliste, hazırladım zaten Atatürk’ün dediği o konu vardı ya siz efendiler şunu, şunu,şunu olabilirsiniz; ama, şunu olamazsınız diye. Bu sanatkârlar büyük insanlardır. Bir hafta sonra dedim ki; “bir hafta sonra yasanız çıkıyor, çıkardık yasayı” ondan sonra geldi, sarıldı, ağladı bana.Müzeyyen Senar; o zaman durumu iyi değildi Müzeyyen’in. Göksu’da bir barakada ziyaret ettim kendisini.
Şimdi biraz daha iyi, Feraye var, kızı gelmiştir.Bunların hepsinin sosyal güvencesini biz sağladık, çeklerini biz verdik. Taksim’de Maksim Sinemasında 14 Nisan 1978’de bir sanat gecesi oldu. Halit Kıvanç şovluğunu yapıyordu o zaman. Rafael’le Carra gelmişti İtalya’dan, Bülent Ersoy’la, rahmetli Zeki Müren, Safiye Ayla, Hamiyet -o da rahmetli- Müzeyyenler, Adnan Şenses, bütün sanatkarlar oradaydı. O gece yasa çıktı, Resmi Gazete de ilan edildikten sonra, bunların 150 tanesinin primini dahi vermeleri mümkün değildi. Şöyleydi ki; yasa öyle çıkarıldı ki 50 yaşını geçmiş insanlar var, nasıl bunu emekli yapacaksın? Geriye doğru 10 sene, ileriye doğruda 5 sene borçlandığın zaman 15 sene üzerinden emekli olması, 5 kuruşları yok. O zaman bizim Sosyal Güvenlik Fonundan bunları ödeyerek bunların hepsini emekli yaptık. Sanatkârların bu şekilde yüzleri güldü. Yani bu çok önemli bir konudur. Her şeyden evvel insanların sağlığını da garanti edeceksin; çünkü para gelir geçer kardeşim, ne diyor; “insana güvenme ölür, ağaca dayanma çürür, servete güvenme erir” İlla sosyal güvenliğe kavuş.
Ben 20.000 vatandaş aldım, bunu da arz edeyim. Bunun 14.000’i hanımdır. 350’ye yakın dilenci kızımızı hasta bakıcı yaptım, belki 200-300’e yakın insanları santrallere doldurdum, devletin görevidir. O zaman seviyesiz basın yazdı; “Hilmi İşgüzar eteğine düşen hanımlara itibar ediyor” diye, Ben hocamı düşünüyordum, ne diyordu; makamın, mevkiin, servetin ne olursa olsun. O kızı görüyordum, Hilmi İşgüzar bu kız senin kızın, bacın, anan, karın. Nasıl muamele görmesini ister, işte ona göre hareket edin. Bakmıyordu SSK ve her gün de para geliyordu, her gün yatırım yapıyorduk. Bugün Türkiye’nin 1 500 yataklı en modern hastanesini İzmir’de kurdum, şu dev Vatan Caddesinde, İstanbul’da en modern ran tesislerini biz getirdik, Paşabahce Fabrikasını, İzmir’de,İzmit’te, Gölcük’te, Tarsus’ta, Sinop’ta, Ordu’da 50’ye yakın dev hastaneler, rant tesisleri, huzur evleri, kreşler getirebildik. Şimdi sen hesabını bilmezsen, alıyorsan borç 10 milyon, 20 milyon harcarsan ona hesap olur mu? Bunu sıkı tutacaksın, ayağını yorganına göre uzatacaksın; mesele bu.
MESUT GEÇER- Sorumun çok da siyasi nitelikli olmasını istemiyorum; ama, ince bir noktası var, inşallah ayrı tutabilirim. Başta belirttiniz, hükümetin şu andakigeldiğimiz noktasından oldukça rahatsızız, yani kendi adıma söylüyorum. Bakanlık döneminiz Sayın Bülent Ecevit dönemine tekabül ediyor. O günden bu güne kadar bakıyoruz ki sol aylarda bir erime var. Bunu yadsıyacağınızı zannetmiyorum. Kabaca acaba neden? Biraz açayım burayı, bunun nedeni acaba şu olabilir mi? Şu anda ki sol partiler içerisindeki kadrolar, içindeki insanlara sizin gibi düşünüp düşünmedikleri acaba böyle bir şey olabilir mi? Bunu kabaca halktan kopma olarak nitelendirebilir miyiz ve en sonunda da dile getirdiğiniz şeylerin çok sağ-sol düşüncesi olmadığına, sonuçta insana bakış açısına bağlı olduğuna inanıyorum. Az önce dediniz; karışıklıktan bahsetmiştiniz. Türkiye’nin gündeminin saptırılması diyebiliriz yine, bununla ilgili olarak da bugünkü siyasi taraflar bu karışıklığın, dengede bunalım siyasetinin aktörleri, -altını çiziyorum- olduğunu acaba farkında değiller mi? Gerek sol olsun, gerek sağ olarak bu insanlar olsun, şuna inanıyorum; ufkumuzun geniş ve yapacak çok şeylerimiz olduğuna inanıyorum, sizin gibi. Bir de en son “seviyesiz basın” demiştiniz. Acaba bugün bir farkı var mı?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi, o zamankinden bahsettim, şimdikinden bahsetme yetkisi bana ait değil. Partilerle ilgili konuya gelince, o tamamen ihtilalden sonraki bir oluşum içinde gelişmişlerdir, dejenerasyon başlamıştır, kıymet hükümleri tamamen değişmiştir. Dün ki kıymet hükümleriyle, bugünkü kıymet hükümleri tamamen değişmiştir. O itibarla onlar hakkında şimdi bir tahlil yapmak istemiyorum. Yalnız siz gerçekleri görüyorsunuz, bir kargaşa devam ediyor, bilirsiniz tandır olur Anadolu’da, tandırın üstüne saç koyarlar, saçın içine de mısır koyarlar, patlar ya, her kafadan bir ses çıkıyor. Şimdi siyasetin sahnesinde oynayan aktörlerin çoğunluğun rolleri başka yerlerden verildiği için de oluyor. Şimdi bilirsiniz ki siyasetçi kolay yetişmez. Ben hiç unutmuyorum, Hollanda’da Lahey’de bir toplantıda da yanımdaki adama dedim ki; “kaç seneden beri mebussun?” “40 seneden beri mebusum” dedi. Bana söyledi, ben de “12 seneden beri” dedim. “Daha çok tazesin” dedi. Şimdi politikacıyı biçersen 10 senede bir ihtilallerle, arada insan yetişmez ki, gelen eyyamcı olur, der ki; ’’neme lâzım, bak dün ihtilal oldu, şöyle oldu. Ben suya, sabuna dokunmadan gideyim” Der. İşte bunu aşmaklazım. Bunun yolu da her şeyde cesur, yürekli olacaksın, birlik beraberlik içinde olacaksın, kardeşi kardeşe vurdurmayacaksın. Bakın etnik grup diyor, o adamlar da Oğuz boylarından gelmiştir incelediğin zaman. Süleyman Nazif’i bilir misin sen, Ziya Gökalp’i bilir misin? Ziya Gökalp; en büyük milliyetçilerden, vatanseverlerden, DiyarbakIrlI. Süleyman Nazif; Diyarbakırlı, ustura gibi keskin bir milliyetçidir; ama, o milliyetçiliği, Namık Kemalleri göremezsin şimdi. Atatürk, İsmet Paşa grubunu göremiyorsun şimdi. Şimdi eyyamcılık var, insan hak ve hürriyetleri gölgesine sığınarak, başkasının insan hak ve hürriyetlerini yok etmeye çalışmayı demokrasinin bir sanatı olarak kabul edersen, o ülkede hürriyet kalmaz. Sıkı mı, git bakim Fransa’ya da, Almanya’ya git de “ben burayı böleceğim, ben şunu yapacağım” de, o gün iflahını keserler, bitirirler. Siz münevver insansınız, gazeteleri okuyun. Avrupa ülkelerinde polisi bırakın, askeri bırakın, polisin öldüğünü gördünüz mü? Yine orada öldürülenler Türklerdir. Alman ölür mü, Belçika, İsveç, Norveç, İskandinav ülkeleri yerle bir ederler.
Bakın size bir anımı anlatıyorum: Sene 62. Ben 65’te Türkiye’ye döndüm, mebus olarak girdim. Cezayirli bir vatandaş kırmızı ışıkta, polisin işaretine rağmen geçiyor. Polisler münevver insanlardır, komiserlerin hepsi hemen hemen hukuk mezunudur. Bakınız, buna iki tane patlatıyor adama, yetkisi var bazı yerlerde, o da onun yüzüne tükürüyor, polisin yüzüne tükürüyor, zamanın Cumhurbaşkanı President’i General De Gaul televizyonda diyor ki; “bu Fransız polisinin yüzüne tükürme değildir, bu Fransız Cumhuriyetinin, Cumhurbaşkanının, Meclisin, hakimlerin yüzüne tükürmedir. Bunun gerekli cezası verilmelidir” diyor. Ben takip ettim inanınız, polise hakaret elden adam 5 sene içeri atıldı, 21 tane akrabası helikopterle İspanya’nın hududuna atıldı, Cezayir asıllı diye. Yapsın bakayım da göreyim. Devlet budur, devlet yasalara hürmet etmeyi sağlar, keyfi hareket yapmaz, şimdi seni geliyor, tarayıp gidiyor, yok fail. Ben burada nasıl kendimden emin olacağım şimdi, şurada tarayacak gidecek, fail yok aramaya başlamış. Bunun için birliğin, beraberliğin bir kere şuuru belirmiş olması lâzım. Politikacıların dejenere edilmemiş olması lâzım. Görüyorsun her gün türbanla uğraşılıyor, camilerle uğraşıyor… Sen benim vekilim misin kardeşim, olur mubu? Yani İslamiyeti başka yere götürmenin manası yok. Adam kalkıyor, sakallı, saçlı, her şeyi geliyor, ona da bir şey demiyorum; ama, Mekke’ye gidiyorsun, Medine’ye gidiyorsun, “oranın kıyafeti böyle, onu giymeden gidemezsin” Güzel. Polisin kıyafeti, askerin kıyafeti, hakimin kıyafeti, hekimin kıyafeti böyle sen de buna uymak zorundasın. Bunu niye kabul etmiyorsun? Oyun, başka oyunlardır. Onun için siyaset bununla ilgili benim bir şiirim var 2 tane de; TGRT’de bir çekim oldu, bunu kestiler, koymadılar. Şimdi bunu okumayayım, biraz tuhaf gelebilir size.
SORU- Biz SSK genel kurulunun raporlarını okuyoruz sınıfta grup olarak. Benim okuduğum rapor 1972 yılına ait, bu ilaç mevzusu burada gündemde. İşte işçiler istiyor, işveren, özellikle Refik Baydur istemiyor; çünkü, o Kimya İşvereni Sendikası Başkanı. Bu arada ikinci önemli konuda diyor ki; “SSK’nın paralarını yüzde 3-4,5’a en yüksek yüzde 9’la devlet alıyor” diyor. Sizin zamanınız da SSK’nın paralarını devlet yüzde kaçla aldı?
HİLMİ İŞGÜZAR- Şimdi bakın onu söyleyeyim. Biliyorsunuz ki dediğiniz doğrudur, işverenler konfederasyonu, ilaç fabrikalarının alınmasına karşı çıkmıştır. 72’de yasa çıkmış, diyor ki; hasta senin, hastane senin, ilaç da senin olsun. 3×3 yani 9 metrekarelik bir eczane sahibi oluyor, bugün trilyoner oluyor, o trilyoner ben olayım, ben insanlarıma vereyim. Ona karşı geldi, benim zamanımda da onlar karşı geldi; ama, çıktı. İsmail Hakkı Tonguç vardı bilir misiniz, köy enstitülerini kuran adam. Onun oğlu Engin Tonguç’u ben buldum, getirdim, o komisyonun başına koydum. Onlar realize ettiler ilaç fabrikalarını. O zaman da onların karşısına geldiler, işverenler konfederasyonu. Yani yeni değil bu; ama, bunun üzerine ısrarla gitmek meselesi vardır, biz onu bu şekilde hallettik; ama, dediğim gibi holdinglerin, şimdi bir genel başkan vardı, tabii ölmüştür, onu söylemek doğru değildir. Genel Başkanın partisinin bütün kiralarını bir holding karşılıyordu. O da ilaç sanayinin karşısında bize durmadan konuşuyordu. Sonra kendisinin şeylerini ortaya attık. Şimdi bankaları diyorsun, bizim zamanımızda devlet tahvillerine yatırılmış, Mâliyeye yatırılmış, yüzde 6. Bizim zamanımızda faiz yüzde 14, İş Bankasında yüzde 3’e yatıyor. Oradan çekilerek Vakıflara, ZiraatBankasına yatırılmaya çalışıldı. Bilir misiniz Ziraat Bankası devlet bankası olmasına rağmen, bizim Bakanlar Kurulunun kararı yılda yüzde 14 faiz demesine rağmen, adam almıyor, kabul etmiyor; çünkü, diğer taraftan baskı var. O genel müdür gitti, ondan sonra aldılar ve Maliye Bakanlığına ait olan kısmını da sonradan yüzde 14’e çıkarttırdık. Şimdi Maliye Bakanı da elindeki imkânları vermez, şimdi ben o zaman “çatıları’ birleştirelim” dediğim zaman dediler ki Sayın Başbakan, Maliye Bakanıyla, Sağlık Bakanıyla, Sosyal Güvenlik Bakanıyla üçü birleşsin dediler, tam günde anlaştık; ama, gel çatıyı birleştirelim Emekli Sandığını deyince Maliye Bakanı o zaman Ziya Müezzinoğlu’ydu, kaytardı gitti. Efendim dedi intikal dönemi olsun, şudur budur, hikayeler, sonra gördük ki orayı çiftlik gibi kullanıyorlar, işte mesele o.
DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK- Çok teşekkür ediyoruz Hilmi Bey.
HİLMİ İŞGÜZAR- Ben size teşekkür ediyorum, eski günlerimi hatırlattınız, sağ olun, mersi. (Alkışlar.)