Dr. Mücahit Atmanoğlu
SSK V. Konferans’ındaki konuşması
9 Mayıs 1996
Açılma Saati: 13.35
OTURUM BAŞKANI:
Doç. Dr. Şerife Turcan ÖZŞUCA
KONUŞMACI:
Dr. Mücahit ATMANOĞLU
DOÇ. DR. ŞERİFE T. ÖZŞUCA – Saygıdeğer konuklarımız, hoş geldiniz.
SBF’nin organize ettiği “SSK Tarihe Tanıklık” dizisinin, bugün, çok değerli bir konuşmacımız var: Sayın Dr. Mücahit Atmanoğlu.
Ben, konuyu dallandırıp budaklandırmadan, sözü, hemen kendisine bırakmak istiyorum; teşekkür ederim.
Hocam buyurun.
DR. MÜCAHİT ATMANOGLU – Sayın Başkan, Sayın Fişek, size ve Genel Müdürüme bir teşekkürümle sözüme başlamak istiyorum. Türkçede bir atasözü var: “Geçmişini hatırlamayan, geçmişine değer veremeyen insanlar, gelecek için ezilirler ve kaybolurlar.”
Bu yıl 50 inci yılını dolduran Sosyal Sigortalar Kurumunun tarihini yazmayı düşünmek bile, büyük cesarettir, büyük muvaffakiyettir ve bunu yapacak olan sizler de, büyük emek vereceksiniz; size teşekkürlerim var; çünkü, ben, İstanbul Hastanesinin 25 inci yılında, naçizane, Türkiye’nin SSK tarihini de içine alan ve de Sosyal Sigortalar Kurumu İstanbul Hastanesinin tarihini içine alan, geleceğe bir eser bırakmak için, bir kitap çıkarmıştım -ne kadar güç olduğunu biliyorum- size, bunu vermiştim; onun için, size teşekkürüm var.
Yine, sözlerime geçmeden, 50 inci yılına gelmiş bu Kurumda, ismi ne olursa olsun, nasıl hizmet verirse versin, bir gün dahi hizmet vermiş, bugün hayatta olmayan kişilere rahmet diliyorum, Kurumdan ayrılmış ve halen Kurumda çalışanları da hayranlıkla alkışlıyorum; çünkü, Sosyal Sigortalar Kurumu, kuruluşundan bugüne kadar, herkesin batıyor dediği bu dönemde bile, personeliyle, yapısıyla, imrenilecek bir ailedir. Bu ailenin ebeveynleri Ankara’da oturur. Eğer, bugünlerde, ailenin çocukları, taşra, ailenin ebeveynlerini sevmiyorlarsa, bunda kişilerin kişiliklerinde değil, sistemin bozulmaya başlamasında aramak lazım.
Belki benim konuşmamın başındaki bazı kelimeler, daha evvelki sayın konuşmacılar tarafından da konuşulmuş olabilir. O konuşmaları bilmediğim için ve size de, ışık tutması için, bazı tekrarlar da olabilir; özür dileyerek konuşmayı yapmak istiyorum.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, II. Dünya Savaşı sonunda, tüm devletlerin ekonomilerinde sarsıntılar ve çöküntüler meydana gelmiş, toplumların yaşam düzeylerinde düşüklük başlamış. Kişilerin gelecekteki ekonomik, sosyal ihtiyaçlarını güvenceye alan sosyal güvenlik, daha kapsamlı bir biçimde ele alınarak, devletin görevleri arasında önplana geçirilmiş. Özellikle savaşın etkilerini gidermeye çalışan Batı toplumlarında sosyal politika alanında kaydedilen bu genişlemeler, ülkemizde de hemen etkisini göstermiş. 1936 yılında, 3008 sayılı Yasanın 100 üncü maddesiyle, bir işçi Sigortaları Kurumu kurulması kararlaştırılmış; ama, gelin görün ki -36, 46- 10 yıl sonra, 4792 sayılı Yasayla Kurum kurulmuş.
Kurum önce nerede kurulmuş -bilmiyorum daha önceki konuşmacılar söyledi mi- Kurum, bugünkü Türk-iş binasının karşı sokağında, Sakarya Caddesinde, sağdan ikinci evin ikinci katında kurulmuş. Genel Müdür Bayru, Genel Müdür Muavini Şükrü Soykan; bir personel şefi, bir personel müdürü, iki sekreter, bir hademe, dört hekim, işte, Kurumun kuruluşu bu dokuz kişiden ibarettir. Bunun, mutlak, bu kitapta, bu isimlerin de geçmesi gerekir. Hayata geçiren kişiler bunlardır, Kurumu kuran kişiler bunlardır. O hekimlerin, birinci ismi bugün hayatta; kulak burun boğaz mütehassısımız Ok Meydanından emekli oldu.
İkinci Naci Bıcıkoğlu; o, o dönemde Ankara Numune Hastanesi’nin asistanı; ek görevle burada hizmet görüyor.
Üçüncüsü, radyo sanatçısı Sayın Melahat Pars’ın eşi Pars; aynı zamanda, İstanbul’da kurulan Sağlık işleri Müdürlüğünün ilk müdürü.
Dördüncüsü, Tokat’lı Sarı Burhan.
Bunları hatırlamadan, bunların emeklerini, bu hazırlayacağınız kitaba geçirmeden, kitabı iyi bir şekle sokamayız.
İkinci bir konunun altını çizmek istiyorum değerli arkadaşlarım: 1946’da kurulmuş, 1951’de sağlık hizmetine geçirilmiş. Bakınız, 5 yıl sonra geçirilmiş; ama, bu 5 yıl esnasında, tüm dünyada olduğu gibi, iki önemli konuyu; iş güvenliği, iş kazaları ve meslek hastalıklarını yürürlüğe sokmuşlar; yani, koruyucu hekimliği sokmuşlar; yani, Atatürk döneminde ilk Sağlık Bakanımızın koruyucu hekimliği getirdiği gibi sokmuşlar; ama, gelin görün, 1996 Türkiyesinde ne Sağlık Bakanlığımızda ne Sosyal Sigortalarımızda, koruyucu hekimlik ikinci plana atılmıştır. Ne zaman mı atılmıştır; 1950 yılından sonra atılmış.
Bakın, Türkiye’nin sağlığını, esasta dört gruba ayırmak mümkün: Demin, çok sevdiğim, saydığım Sayın Topuzoğlu -onunla yan yana aynı binada çalıiasmadım ama, aynı çatı altında, aynı Kurumda çok şeylerini de öğrendim- birinci dönemde, Kurum’a, Türkiye’ye -hijyenden bahsettiler- hijyeni sokan ilk Sağlık Bakanıdır; köye hükümet tabipliğini sokan ilk Sağlık Bakanıdır; Numune hastanelerini, Türkiye’de -11 tane- kuran ilk Sağlık Bakanıdır; sosyalizasyonun ilk adımlarını atan ilk Sağlık Bakanıdır. Ne zaman; Atatürk Dönemi.
Hemen ikinci bir dönem var: Dr. Behçet Uz. Ne mi yapmış; Türkiye’de, sıtmanın, tüberkülozun, trahomun, o yardımcı derneklerle kökünü kurutmuş.
Bizim belki konumuz değil; ama, bir noktaya geçmek istiyorum. Bir üçüncü dönem gelmiş; Demokrat Parti döneminde, sağlık kurumlarında kalite yükselirken, koruyucu hekimlikte düşmeler başlamış; bir tek kişi hariç. Sayın Gürhan Fişek’in babası Sayın Nusret Fişek. Onunla, hem Bakanlıkta hem Sağlık Şurasında çalışmaktan büyük onur duyduğumu burada belirtmek istiyorum. Türkiye’de, bir Behçet Uz gibi bir Nusret Fişek de iz bırakmıştır.
Sonunda ne olmuş; işte, bugünkü devir gelmiş. Sosyal Sigortalarda da bugün aynı şey var. Koruyucu hekimliği hep arka plana atmışız; para pul önplana çıkmış, hümanizma önplana çıkmış. Burada, Sosyal Sigortalarda çalışanların hiç kabahati yok.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, 1951 yılında, sağlık sigortasına geçilince, buradaki dört hekimi İstanbul’a göndermişler. İstanbul’da, ilk sağlık tesisi, Nişantaşı’nda, bugünkü doğumevi olarak hizmet gören ve dört yıl evvel kapatılan, halen sigorta müfettişlerinin bölge müfettişinin oturduğu 10 numaralı kapıda kurulmuştur.
Bir hastane düşününüz, 9 binada klinikleriniz var. Kliniklerinizin bir tanesi, Zehra Bilirin konağı; dahiliye servisi ve biyokimya. Bir tanesi, Sabiha Ferdan Hanımın satın aldığımız konağı. Bu konak, İstanbul işgalindeki İngiliz kumandanının karargahıdır. Yıkılmaması için çok ısrar ettim; ama, Kurum da, o günlerde, geçmişi hatırlayalım, hatıralar bırakalım diyenleri bulamadım. Tarihî bir binaydı, ister kara günümüzde olsun, ister Sigortanın kurulduğu o parlak günlerde olsun, iyi binalardı. Ondan sonra, I. Doğançay İşhanı, II. Doğançay İşhanı ve bu hastanenin ilk başhekimi Operatör Dr. Sırrı Alışlı -Allah rahmet etsin- anestezide, iş hekimliğinde ve de, Türkiye’de, ilk hekimlerin meslekî mesuliyet kitabını çıkaran adam. Kitabının bir sureti bende var; Sayın Fişek, isterseniz, -almak şartıyla size gönderebilirim; çünkü, bir tek nüshası var. Hekimlerin omuzlarında birer pelerin, yağmurun altında yemekhaneye giderek ve bu binalar arasında konsültasyon yaparak geçiriyorlar.
Bakınız inanca; aybaşlarında, o hekimler, memur olmadığı için, paraları dağıtıyorlar, muhasebe memurluğu yapıyorlar. Ölüm olduğu zaman, asansörlerden, o ölüleri, -apartmanlarda asansörler de geniş olmadığı için- dik olarak aşağıya indiriyorlar; yani, cenazeleri dik tutarak indiriyorlar.
Kurumu, bugünlerde, bazı insanlar çok tenkit ediyor; niye hastane açtı. Demin Sayın Topuzoğlu da ondan biraz bahsetti. 1946 yılında, Türkiye’nin sağlık yatağı 16100; hekim adedi 5 500; satın alacak hizmet yok. Kiminle hizmeti satın alacaksınız. Kurum, İstanbul Hastanesini açtığı zaman, hekim bulmakta güçlük çekmiş; ama, çok büyük bir akıllılık yapmış; üniversitenin bütün hocalarıyla konsültasyon yapmış. Aklınıza gelen, o devrin Ekrem Şerifinden Frankına, Göz Bengisu’dan bevliye profesörüne kadar, Hazım Bubin’e kadar, Kurumun anlaşmalı doktorları.
Bir inanç var; çünkü, o günkü personelin yüzde 70’i üniversite mezunu; çünkü, o günkü personel, bir siyasî erkin, bir delegenin kartıyla gelen personel değil. O günkü personel, Kurum içinden gelen personel, inançlı personel; ölüyü bile indiren, maaşı dağıtacaksın diyen, hastayı yatağa yatıran doktor. Biraz sonra, bizim hastanenin açılışını yapacağım, hayatımda evimde boya yapmayı bilmem “hastane açılacak” dediler, ameliyathanenin iki duvarının boyası bitmemiş. Biz, üç doktor arkadaş, iki gecede boyayı yaparak bitirdik. Bu, büyük inanç bu; onun için, hiç kimse korkmasın. Bu Kurum, bugüne gelişiyle çok ileridir.
Sorunuzun cevabını veriyorum; çok büyük bir kuruluştur. Personeli, hiçbir yerde bulunamayacak kadar değerli bir kurumdur. Hele, bu kurumun bir bölümü var ki, onu da burada söylemeden geçemeyeceğim, Teftiş Kurulu. Kurulduğu günden bugüne kadar, ne çizgisinden, ne düşüncesinden, ne karakterinden, milimetrik, politik etkilere rağmen etkilenmemiş, dimdik ayakta duran, belki de, bugün, Kurumu, hâlâ dik tutan, o Teftiş Kurulumuzdur. Onlara da, çok şükranlarım var.
Kurum 1951’de sağlık hizmetine girerken, bakmışlar ki, yalnız 100 yataklı Nişantaşı Hastanesi yetmiyor. Hemen arkasından -müsaade ederseniz onları şöyle geçmek istiyorum- Eyüp Defterdar Fabrikasında bir servis kurulmuş; Paşabahçe Cam Fabrikasının içinde de bir sağlık servisi kurulmuş. Güzelbahçe Hastanesini satın almışız, sonunda satmışız. Hariciye-servisini oraya çalışmışız. Sonra, Nazım Öncay Bey’in binasını satın almışız; halen, o bina, Nişantaşı’ndaki sarı başhekimlik binasıdır. Zehra Bilir’in konağı, Sevim Deran Hanım’ın konağı, Doğançay Polikliniği, 10 numaralı kadın doğum binası, bevliye binası; işte, 1951, Sosyal Sigortaların sağlığa başladığı dönem.
1951’de, Süreyyapaşa’daki ilk ameliyathane binasını yapmışız. 1951 ‘de, yine, Eyüp Bakırköy Dispanserlerini açmışız. 1952’de, Sultan Ahmet’te, İstanbul Apartmanında, yeni bir hastane kurmuşuz; dahiliye ve bütün branşlar o Sultan Ahmet’te; cerrahi ve kadın-doğum Bakırköy’de, bugünkü Bakırköy Doğumevimizin yerindeki eski bina.
Fakat, kurumun ileri gelenleri, o günkü düşünenleri, modern sağlığa geçmenin şart olduğunu, modern hastanecilik yapmanın şart olduğunu düşünmüşler, 1952’de Etyemez’deki bugün, İstanbul Hastanesi diye adlandırdığımız, daha evvel isminin Samatya Hastanesi olduğu, Samatya Hastanesi Rum ismi olduğu için semtle beraber kanunla isminin değiştirildiği 30 dönümlük yerde, hastanenin temelini atmıştır. 1952’de atılmış, 2 yıl arazi kaymış, 1954 yılında inşaata başlanmış, 1959 yılının sonunda hizmete sokulmuş.
Bendeniz, 1959 yılından beri o hastanedeyim. Tabiri caizse, her duvarında parmak izim var; ama, hatıralarım da var. O hatıralar, o hastane için yalnız değil. O hatıralar, Kurum için.
Bu hastanemiz açıldığı gün, 16 Ocakta, zamanın Reisicumhuru Celal Bayar ve Koraltan açtılar. O gün, Menderes -Allah rahmet etsin- gelememişti. 3 gün sonra hastaneye geldi. Tam kapıdan çıkarken, Aksaray’a doğru baktı “lütfen, Aksaray’a kadar istimlak buyurunuz; buranın adını, İşçi Sigortaları Tıp Sitesi koyunuz; sakın ola, rehabilitasyonu ihmal buyurmayınız.” O devirde, üniversiteler, rehabilitasyon ismini bilmiyor. “Doktor hanımefendi, beyefendilerle -tabiri aynen olduğu için söylüyorum- hemşire hanımların lojmanları da içinde olsun. Bu, size, rica iledir.”
Eğer, Sosyal Sigortalar Kurumu politikacıların etkisinde kalmasaydı, değişik görüşlerin etkisinde hissi olarak kalmasaydı, bugün, o bölgede, yalnız Türkiye’nin değil, Avrupa’nın en büyük tıp sitesi vardı. Ben, başhekim olduktan sonra, civardaki arsaları almaya kalkışırken, herkes “Sayın Menderes’in fikridir, bunları almayalım, yapmayalım” demişti.
Bir kitap yazılırken, hakikatleri yazmaya mecburuz; iyi ve kötüleri de yazmaya mecburuz. Kendi kanaatlerimizden çok, o dönemin hakikatlerini içerisine sokmaya mecburuz.
Şimdi, sonunda; İstanbul’da, evvela Sağlık işleri Müdürlüğü yoktu. Yine kitaba geçmesi için söylüyorum; Cumhuriyet Gazetesinin 100 metre ilerisinde, Mahmutpaşa’nın orada, bizim, bir işhanımız vardı; şimdi satıldı. Orada, Nedim Güven, bir İstanbul müdürü; sağlık teşkilatımız, onun içerisinde bir şube müdürlüğüydü. Sonra, o bina, Karaköy’e taşındı; daha sonra, bugünkü Sağlık İşleri Müdürlüğünün yerindeki bina yapıldı ve ilk Sağlık işleri Müdürümüz Hazım Pars’tır.
Bir hatıra daha söylemek istiyorum değerli arkadaşlarım; ihtilal oldu, bendeniz, o zaman çok genç olduğum için, talebe cemiyetlerinde uğraştığım için, sendikalarla da uğraştığım için, Yassıada Mahkemelerine çok sık gidiyordum. Tesadüf, bir mahkemede, bizim hastane iki maddeyle gündeme geldi. Birinci madde, halen hastanenin girişinde bulunan ve şu anda değer biçilemeyen Rahmetli -şu anda aklıma gelmedi- mozayik eseri, 90 bin liraya niye yapıldı.
Fakat, ikinci dava, çok daha önemli. Mahkeme reisi, Menderes’i ayağa kaldırıyor “sen, işçinin paralarını, emek paralarını, alın paralarını -Vatan Caddesinde, Avcılar’da, Ankara’da arsalar almışsın- yemişsin, hesabını ver” diyor. Cevabı “Sayın Reis Beyefendi Hazretleri, 2000 yıllarında, Türkiye’ye enflasyon diye bir canavar gelecek -bu konuşma 1960’ta yapılmıştır- işçinin alınteri parası iki yolla kurtarılır. Ya altın alacaksınız ya toprak alacaksınız. Ben, toprak alarak, bu işçinin alınterini kurtardım.”
Şanssızlığa bakın, görün ki, yıllar evvel işçinin alınteriyle alınan, o toprakları, kime, nasıl sattığımızı, hiçbirimiz alınterinin nereye gittiğini hiçbirimiz biliyor muyuz. 39 yıllık SSK yaşantımda ben de bilmiyorum. Bütün o arsalar satıldı, nereye verildi, ne oldu, o değerli arsalar nereye gitti; acaba, işçinin bir aylık maaşını karşıladı mı, bunu çok iyi düşünmemiz lazım.
Sosyal Sigortalar Kurumu -ben, Sayın Topuzoğlu’na orada biraz katılmıyorum- çalıştığı dönemde, bilime, dostluğa, arkadaşlığa, kişilerin eğitimine çok önem vermiş bir kurumdur. Sayın Fişek’e söz vermiştim; onu buldum, getirdim. Sene 1960 -bendeniz, SSK Hekim Eczacılar Derneğinin Başkanıyım- arkadaşlarımla Kuruma bir teklifte bulunuyoruz “hekimler iki yılda bir tıp kongresi yapmalıdır; çünkü, mezuniyet sonrası eğitimi vardır. Bu kongrelerle siz,’yalnız, tıbbı ilerletmezsiniz, bu Kurum ailesinin dostluğunu pekiştirirsiniz. Gelin, bu kongrelerde, yalnız doktorları da götürmeyelim, Anadolu’da yapalım, Anadolu’ya da gidelim. Anadolu’ya tıbbı götürelim, hekimleri götürelim, o bölgeye bir hareket getirelim; ama, bunu yaparken, Kurumun hem merkez teşkilatını, Kurumun sigorta müdürlerini götürelim, bir hafta, birbirleriyle kaynaşsınlar.” Zamanın genel müdürü, hiç düşünmeden “yönetmeliği hazırlar mısın Mücahit” dedi. Buyurun, yönetmelik benim elimde, 1960. Bu yönetmelikte, Kurumun mesuliyeti olmasına rağmen, dernek ve Kurum eşit sayıda temsil edilmiştir ve ben, sırf o günkü genel müdüre söz verdiğim için, iki yılda bir yapılan kongrelerin -biri üç yılda yapıldı, bir sene aksadı- 10 tanesini, 21 senede, Anadolu’nun muayyen vilayetlerinde yaptık. I.Kongremizi Eskişehir’de, II. Kongremizi Kayseri’de, III. Kongremizi Kütahya’da, IV. Kongremizi Ankara’da, V. Kongremizi Adana’da, VI. Kongremizi İzmir’de, VII. Kongremizi Trabzon’da, VII. Kongerimizi Samsun’da, IX. Kongremizi Side’de, X. Kongremizi Kartal Hastanesinde yaptık ve ben, ondan sonra, genç arkadaşlara bıraktım.
Kurum, bu kongrelerle bir şeyi kazanmıştı. O kongrelerde, hekimi, idarecisi ve teknik adamı, bu ailenin bir ferdidir, bu fertler arasında farklılık yoktur. Bu fertleri bir yerde kaynaştırmak lazımdır ve onların aileleriyle beraber bir hafta, otelleri de kapatarak, Kurumu, ayakta, zinde tutuyorlardı. Onun için, ben her zaman bir espri yapardım, o yıllarda, bir nefeste 20 genel müdür adayını Kurum teşkilatı içerisinden seçerdim. Herkes aynı isimleri söylerdi, kim kurumda genel müdür yardımcısı olacak, 20’sini birden çıkarırdım.
Kurum, acaba, son zamanlarda biraz yabancılaştı mı; Kurum, acaba, son zamanlarda, kendi içinden yetişen değerlere az mı kıymet vermeye başladı; Kuruma son zamanlarda, her zaman sahibiyiz diyen işçi ve işverenler, acaba, sahibiyiz dediği işlere biraz lakayıt mı kaldılar. Bunların bütün münakaşasını ileriye bırakmak istiyorum.
O zamanlar, bugünden bir farkı var. Doğrusunu isterseniz -kişileri hiç muhatap almayalım, sakın alınmasınlar- Kurum yönetimi, Kurum teşkilatıyla bağını kopardı. Bir misal: Çok eski yıllar değil, 15 yıl evvel, onbirinci ayda, her başhekim ve sigorta müdürü Ankara’ya davet edilirdi ve o davette -kendileri bunun adına imtiham demişlerdi- herkesin bir saati vardı. Genel müdür muavininin önüne, masanın burasına otururdu; bir yıl evvel yaptıklarını, bir yıl sonra neler yapacağını, ne kadro eksiği olduğunu, ne paraya ihtiyacı olduğunu, karşılıklı, evrak üzerinde tartışırlardı. Hangi aletten istediğine, üç aşağı beş yukarı burada bir karar verirlerdi ve o karar kanundu arkadaşlar; bugünkü gibi değil. Üç sene evvel aletiniz çıktı geliyor deyip, evrakınızı kaybettiğiniz Kurum gibi değil. İşte, o güven vardı.
Şimdi, biz, birçok hadiseleri, televizyonlarda, gazete sütunlarında ve sendikacılarda, hatta, biraz daha ileri gidelim, delegelerden duyuyoruz. O delegeler, kapıcılar. Biz Kurumda kimin tayini olduğunu, onlardan duyuyoruz. Bakınız, kurumu kurtaracağız diye şu kadar toplantı yapıldı; çalışanlardan -yalnız sağlık demiyorum, bizi de bir tarafa bırakın, yıllarımızı da bir tarafa bırakın- hiçbir sigorta müdüründen, hiçbir çalışandan, belki, hiçbir daire başkanından, kimse toplantıya çağırmıyor; herkes, oturmuş Kurumu kurtarıyor.
Bu Kurum batmaz; bu Kurumu batıranlar -sorunuza cevap vermek isterim- siyasî erktir. Siz, Kurumun parasını, yüzde 2 faizle konut yapacağım diye dağıtırsanız… O konutlar da şöyle arkadaşlarım: Sosyal güvenlikte bir sistem vardır, neyi verirseniz onun karşılığını alırsınız. Dünyanın en yüksek primini veren sosyal sigortaya mensup kişiler, prim verirken, konut verecek diye konut primi var mı? Neyi verdik biz o paralarla; genç neslin emekli parasını çarçur ettik. Kime ettik biliyor musunuz; müteahhitler çıktı, müteahhit de değil kalfalar çıktı ortaya, her sigortalıya o günkü parayla 10 bin lira verdiler; onun elinden bir vekaletname aldılar, bir iki yapılmış ciddî kooperatif hariç, bütün binaları çıkararak, büyük paralar kazandılar. İşçiler oturmuyor biliyor musunuz orada; ama, biz, yüzde 2 faizle, o paraları oralara verdik, genç neslin emekli parasını oraya verdik. İşte, durum bu; niçin bu hale geldiği.
Yalnız bununla kalmadık, bir yasa çıkardılar, Kurum paraları, mutlaka, yüzde 5 faizle devlet tahviline gidecek. Kimse gidip ağzını açmadı. Ne Yönetim Kurulundaki işçi temsilcisi ne işveren temsilcisi, ne Bakanlık ne Genel Müdürlük. Yıllar yılı, yüzde 5-6 faizle tahvil aldınız. Bir tahvil fiyatını yüzde 30’a çıkaran her zaman da hayranlıkla baktığım, tahsili de işçi olmasına rağmen, ihtilal hükümetinin Bakanı Sadık Şide’dir ve bendeniz de yanındaydım; Kenan Evren’e giderek durumu anlattık. O gün, Sayın Müsteşar Kutlu Savaş’ın da müdahalesiyle, bütün kooperatifleri iptal ettirdik; artık, bundan sonra para verilmeyecek, yapılanlar tamamlanacak ve de yüzde 30’a çıkacak.
Şimdi, Kurum, politikacıların, siyasilerin -ben de bir ara siyasete girdim- meydanlarda, sokaklarda, televizyonlarda, en güzel kullanılacak mevzuu oldu. Dünya diyor ki “sosyal güvenlik kanunlarıyla çok uğraşmayın; öyle çok sık kanun maddelerini değiştirirseniz, bir gün, sosyal güvenliği batırırsınız.” Bugün, Kurum, hiçbir zaman batmayacaktır; bir şartı var: Politika,,Kurumdan eline çekecektir, Kurum asil sahiplerine geçecektir. Böyle üç yılda bir yapılan genel kongrelerle Kurumu kurtaramazsınız. Eskiden, Genel Kurullar her yıl yapılırdı, her başhekimle, her sigorta müdürü, o toplantıya gelmeye mecburdu, dinlemeye mecburdu ve konuşacak işçileri, biz, daha evvel, onlarla konuşarak, konuşacaklarını, biz, elimizle yazar verirdik; ama, üç yılda bir geldi ve artık, başhekimleri de, sigorta müdürlerini de, kimseyi çağırmıyorlar ve zaten, kimse, bir şey de sormuyor.
Kurum çok demokratik bir kurumdur. Biz “hekim sendikasını kuracağız” dediğimiz zaman benim yanaklarımdan öpen, Kurumun genel müdürüdür; ama, biz, busendikaları, hiçbir zaman, yıkıcı bir sendika olarak -Sayın Fişek bizi iyi tanır- düşünmemişizdir.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, ben, burada, Kurumun bugünkü durumunu tartışmak istemiyorum; çünkü, bu konu, bugünkü konuşmanın konusu, tarihî yazarken, geçmişte olanları hatırlamak, atlamamak. İsimlerden de bahsetmek istemiyorum, beni bağışlasın sayın meslektaşım; çünkü, bir ismi atlarsanız, ona saygısızlık etmiş olursunuz; ama, bir şeyi size söylemek istiyorum: Kurumun tarihî 50 yıl -tüm isimlerini, şimdi, bir sırada okuyabilirim- gelen bakan adedi 40, genel müdür 39. Böyle bir kurumu, çok ciddî yürütemezsiniz.
Sırasında, öyle gün çalışmış bakan ve genel müdürler var ki -gün olarak sayıyorsunuz- birkaçını, size, hemen, süratle okumak istiyorum: Sadri Irmak, Tahsin Bekir Balta, Şemsettin Sürer, Haşan Polatkan, Hulusi Köymen, Nuri Özkan, Samet Ağaolu, Hayrettin Erkmen, Mümtaz Tarhan, Haluk Şaman, Cahit Talaş, Raşit Beşeriler, Ahmet Tahtakılıç, Bülent Ecevit, İhsan Sabri Çağlayangil, Ali Naili Erdem, Turgut Toker, Seyfi Öztürk, Atilla Sav, Ali Rıza Uzuner, Sadık Şide, Mahir Abluk… Aşağıya doğru devam ediyor.
Genel müdürleri bir çırpıda sayalım: Kurumun bir numarası Veday Bayru’dur. Esat Salih Çıbay, Sayın Kaya Erdem’in kayınpederidir. Atıf Bayındır, Halil Sezai Erkut, Cemal Kiper, Vedat Bayru, Kamil İdil, İlhan Altan, Şükrü Soykan… O da, böylece devam ediyor; tam 39 tane.
Bir kurum düşününüz, ortalama 1 sene 2 aya bir bakan, ortalama 14 aya birgenel müdür düşüyor ve bunların birçoğu kadrosunu kurmak imkânını bulamıyor. Yine, bir özerk kuruluş -demin sayın meslektaşım söylediği için gitmek istemiyorum; ancak, geçmişle, tarihle bugünü kıyaslamak mecburiyetimiz var- geçmişte, politikanın Kuruma bu kadar karıştığı söylenemez.
Bir hatıra: Sayın Genel Kurmay Başkanımız Cemal Turhal, çok kuvvetli günleri, Ankara’da, Yenişehir’de, mağazaları denetliyor. Kayınbiradeki bir doktor arkadaşımız, bizim hastanemizde, yeni mütehassıs olmuş, iki tane şef hocası var -isimleri vermek istemiyorum- bir asistan gelmiş, şefin asistanları yok; bu, asistanı istiyor. Başhekim Saim Aksal. Bizim hastanenin bir özelliği var; 37 senede -arada bir iki tane var; ama- iki tane başhekim, iki tane baş hemşire, iki tane hastane müdürü. Bu, belki, sizlere, politikanın o hastaneye girmediğini gösterir. Bir gün, başhekimin odasında oturuyoruz;sirenler çaldı, askerler fırladı “Genelkurmay Başkanı” geliyor dediler. Elinde baston – ben bayağı irkildim, çok gencim, o zaman saçım simsiyahtı, böyle beyaz da değil- başhekimin odasına oturdu; başhekim, çok kibar, çok takdir ettiğim, kurumda 24 hastaneyi açmış, hizmet etmiş bir başhekim. Döndü, “başhekim, bizim -ismini söyledi- asistan işi ne olacak” dedi. Cevabı “Sayın Genelkurmay Başkanım, zamanı gelince olacaktır” Kahve söylemişti “o kahveyi al kendin iç” dedi ve fırladı dışarı çıkarken. Ben ve bir genç doktor arkadaşımız arkasından uğurlamak için gittik, bize de bir baston fırladı, değse, bir yerimiz sakat kalacaktı. Ertesi sabah, Kurumun üç tane yönetim kurulu üyesi, çok takdir ettiğim, Kuruma çok hizmeti olan Ekrem Özkılıç -hiçbir zaman Kurumunu unutmaması lazım- işçi olmasına rağmen, 30 yıla yakın, Kurumda Yönetim Kurulu üyeliği yapmış; ama, bu Kurumu, kendi öz malı gibi bilmiş bir kişi. Saim Bey’i ikna etmeye çalışıyorlar. Genelkurmay Başkanının talimatı, siz, görevden alınacaksınız. Saim Bey de o kadar kibar, o kadar bir İstanbul Efendisi ki “ben bir yer söylemem, siz ne istiyorsanız…”
Benim, belki, biraz gençlik ateşim, belki o zamanki o sendikalar, o hareket, bitişik özel kaleme geçtim -o zaman şehirlararası telefon da yok- şehirlerarasında bir kızcağıza apandisit ameliyatı yapmıştım, sıkıştığımız zaman, ona telefon ediyorduk; kız da görevdeymiş “bana yıldırım hızıyla Türk-İş Genel Başkanı Seyfi Demirsoy’u bağlar mısınız” dedim. “Ne oldu Mücahit Bey” dedi “hiç konuşma, derhal bağla” dedim ve hakikaten 10 dakika sonra, Seyfi Demirsoy karşıma çıktı. “Ne yapıyorsun Mücahit” dedi “içeride şu şu şu var dedim; şöyle bir hareket oldu, Saim Bey’i görevden alacaklar” dedim. “Sen Ekrem’in arkasından biraz oyalamasını söyle ve benim telefonumu bekle” dedi. Ben, odaya girdim, Ekrem Bey’in arkasından, boynuna elimi atarak, konuşmayı bir yarım saat uzattık. Yarım saat sonra, Ankara’dan bir telefon geldi “Saim Bey yerinde kalacaktır, tayin olmayacaktır” işte, o zamanın etkisi, işte, o zamanın işçi temsilcisi, işte, o zamanın Genel Müdürlüğü, işte, o zamanın Bakanlığı. Bir Genelkurmay Başkanının bile emrini, öyle politik etkiyle kimse yerine getiremedi; ama, bugün, bakıyorsunuz, bir sayın bakanın gönderdiği hademeye biraz bağırdığınız zaman, üç gün sonra tayininiz çıkıyor, işte, Kurumun bugüne gelmesinin sebepleri. Çok politik erkin içine girdik, politikayı, çok içimize soktuk.
Peki, bunda, yalnız dışarıdaki politikacıların mı kabahati var; hayır arkadaşlarım. Kurumun çalışanlarının da kabahati var; çünkü, o politikacıları arama yolunu onlar açtı.
Ben, sizi daha fazla yormak istemiyorum; ama, bir cümleyle sözlerimi -bu söz bana ait değil- bitirmek istiyorum: “Hem idarede hem siyasette en büyük felaket, yarım bilgili ve bilgisiz insanları tam yetkili kılmaktır.” Bundan herkes payını almalıdır; aldığı sürece, bu Kurum, mutlaka çok daha ileri gidecektir.
Teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
PROF. DR. İSMAİL TOPUZOĞLU – Sayın meslektaşım, benim meslekîgelişmeler bakımından bulunduğum birimlerin fazla bir şey vaat etmediğini söylemiştim. Buna karşılık olarak kongreleri gündeme getirdiler; fakat, benim sözünü ettiğim dönem, 1951-1957. Sizin Kuruma istisab ettiğiniz 1959 senesi ve sanırım I. Kongre Eskişehir’de oldu. Eskişehir kongresinde, benim, iki tane bildirim vardır.
DR. MÜCAHİT ATMANOĞLU – Biliyorum.
Bir şey daha ilave edeyim; yani, bunlar sohbet: İş kazaları ve meslek hastalıklarında, o isimleri söylemekte faydamız var; birinci kişi, Sayın Topuzoğlu’dur. İkinci kişi, Rüzgârlı Sokakta dahiliye mütehassıslığı yapan ve de köy enstitülerinin kurucusu olan, Baba Tonguç’un oğlu Dr. Engin Tonguç’tur. Üçüncü isim Haldun -bugün emekli oldu; hepsi emekli oldu; ama- sevdiğim ve dimdik yanımda görmekle de çok mutluluk duyduğum, iş kazaları ve meslek hastalıklarını Kurumda oturtan bu üç büyük isimdir; onu da, söylemeden geçemeyeceğim.
Sorular varsa, cevap verebilirim.
Teşekkür ederim.
HALUK ŞAHİN (Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü Sağlık Dairesi Başkanı) – Efendim, Mücahit Bey’e çok teşekkür ediyoruz gerçekten; bizi aldı, gerilere, ta Kurumun ilk sağlık hizmetlerinin verildiği yıllara götürdü. Oradan nerelere geldiğimizi çok güzel özetledi.
Bir önemli konuya değindi: Koruyucu hekimlik. Gerçekten, ağabeyimizin bu tespitine katılmamak mümkün değil; çünkü, yıllar içinde, genel sağlık politikasına bağlı olarak, Kurumda da, koruyucu hekimlik giderek önemini kaybetmiştir; ama, ben, değerli ağabeyimize, son yıllardaki birkaç gelişmeyi -belki bunu taşraya tam olarak yayamadık; ama- burada yeri gelmişken, fırsat bulmuşken anlatmak istiyorum.
Kurumun, aslında, bu koruyucu hekimliğe vermiş olduğu önem geçmiş yıllarda çok daha fazlayken, giderek, oranını düşürmüş; ancak, bunlar içerisinde, özellikle aileplanlaması gibi koruyucu hekimlik planlaması içerisinde değerlendirilebilecek bir hizmet, Kurumun verdiği değerli bir katkı var. Tarihçesi, ta 1973’e kadar iniyor, ben, onlara inmek istemiyorum; ama, özellikle 80’li yıllardan bu yana, yurtdışından alınan yardımlarla yürüyen bir hizmeti, Kurum, bugün almış, Sağlık Bakanlığı ile el ele, kendisi götürür duruma gelmiştir. Artık, herhangi bir dış yardıma bağlı kalmadan, bu hizmeti, fiilen, kurum, kendisi verebilecek duruma gelmiştir. Ben, burada, bize bu fırsatı sağlayan Yönetim Kurulumuza da teşekkür etmek istiyorum; çünkü, Kurumun sağlık politikalarının belirlenmesinde en yüksek karar organı olarak Yönetim Kurulumuzun bu konudaki kararlılığını ortaya koyması son derece önemliydi.
Aile planlaması hizmetinin verilmesinde gerekli olan malzemeler çok önemli; çünkü, bunlar olmadan aile planlaması hizmetini vermeniz mümkün değil ve bunlar, daha önce, hep yardım olarak geliyordu; yardım kesildiği zaman, hizmet de duruyordu; çünkü, Kurum, bu hizmeti ana hizmet olarak gördüğü tedavi edici hekimliğe bir ek hizmet olarak görüyordu ve bu bir anlayış idi; ama, Kurum, 1993’ten bu yana bu anlayışı değiştirmiştir ve aile planlaması gibi koruyucu hekimliğin dallarından bir hizmeti, kendi ana hizmet birimlerinden birisi olarak, tedavi hizmetlerinin, sağlık hizmetlerinin bir ayrılmaz parçası olarak benimsemiştir ve uygulamaya başlamıştır. Bunun son Yönetim Kurulu kararımızın; daha doğrusu, Yönetim Kurulumuzun aldığı iki önemli karar var; birincisi, bu malzemelerin sağlanması. Bu aslında, Türkiye’nin tarihinde bir devrimdir; çünkü,Sosyal Sigortalar Kurumu aile planlaması malzemelerini dışarıdan parayla satın alan ilk kamu kurumudur; çünkü, bugüne kadar, hiçbir kamu kurumu -Sağlık Bakanlığı da dahildir buna- bunları almamıştır; hep, dışarıdan yardım olarak gelmiştir.
Bundan daha önemli bir karar, Kurum para vererek satın aldığı bu malzemeleri, sigortalılarına, hiçbir ücret almaksızın, eskiden bağış olarak gelen malzeme gibi, bağış olarak alınan malzemenin parasız verilmesi gibi, hiçbir ücret almaksızın, bunu, sigortalılara dağıtmak kararındadır.
Bir sevindirici gelişmeyi daha arz etmek istiyorum: Yine, koruyucu hekimlik kapsamındaki bağışıklama çalışmalarına, Kurum, fiilen katılmaktadır. 1993’ten bu yana, Sağlık Bakanlığı ile işbirliği halinde, gerek açılan kampanyalara katılma gerekse yine oradan sağlanan aşı ile çocuklarımızın aşılanması konusunda çalışmalar başlattık. Geçen sene, özellikle açılan kampanyaya fiilen katıldık; bu sene yapılan ikinci aşamayada yine katılıyoruz. Bunu, bu sene kuruluşun kuruluşunun 50 inci yıldönümü nedeniyle biraz daha kapsamlı tuttuk. Bunu da, bilgilerinize sunuyorum.
Teşekkür ederim.
DR. MÜCAHİT ATMANOĞLU – Efendim, teşekkür ederim. Belki, ben zamanın darlığında, koruyucu hekimlikten neyi kastettiğimi izah edemedim. Hakikaten, son yıllarda, sizin, aile planlaması konusunda yaptığınız çalışmalar, övünç vericidir; ancak, ben, koruyucu hekimliği söylerken şu kastediyorum: Şimdi, bakınız, bugün, herkes hastanemizden şikâyetçi. Neden şikâyetçi; yatan hasta şikâyet etmiyor; hastanelerde kuyruk var, saat 5.00’te geliyorsunuz; eczanede kuyruk var, saatlerce bekliyoruz; bize 3 dakika zaman ayırıyorsunuz, işyeri hekimerimiz var -beni meslektaşlarım bağışlasın- biz, işyeri hekimlerini koruyucu hekimlik yapacak yerde, hekimlere ek görev müessesesi haline getirdik; yani, haftanın muayyen günü, günün muayyen saatinde, SSK’da veya Sağlık Bakanlığında veya üniversitede çalışan bir doktok meslektaşımız, bir fabrikaya gidecek, öğle vakti yemeğini yiyecek, oradaki patronun, büyüklerin tansiyonuna bakacak, ilacını yazacak. Peki, acaba, koruyucu iş hekimliği kapsamında o iş hekiminin görevi ne? Topuzoğlu’nun yanında benim konuşmam çok ayıp olur da;
-
İşe giriş muayenesi
-
Yıllık periyodik muayene
-
Beslenme
-
İşitme
-
Isınma
-
Zehirlenme; yani, koruyucu iş hekimliği.
Ben, sayın bakanlarımın hepsine, bir kanun taslağı hazırlayarak geldim; bir tek madde; full time çalışacaklar, işte size, yeni genç nesile, genç hekimlere iş sahası. Eğer, biz, bu koruyucu hekimliği yapabiliyor isek, hastanemizin kapılarındaki sistem, yüzde 50’ye düşecek. Benim bahsetmek istediğim buydu.
Hakikaten, aile planlaması konusunda sizi kutlarım. Aşılamada bu sene de sizin talimatlarınızla girdik, Sağlık Bakanlığına yardım ettik. Bu ülke bizim ülkemiz; ama, ben yine ısrar ediyorum: Biz, işyerlerindeki; hatta orada bir madde var 50 işçinin üzerinde çalıştıran yer. Gelin onu 100’e çıkaralım, altına bir madde koyalım ve 1 kilometre mesafesindeki üç işyeri, bir hekim tutabilir. O zaman, göreceksiniz ki, dünyanın hiçbiryerinde, bademciği ağrıyan, gözlük alacak kişi eğitim hastanesine gelmez. SSK’mn bugünkü görünümünün aksaklığı varsa, sistemdedir. O zinciri kuramamışız. Neden kuramamışız; bendeniz, 10 yıl da İstanbul Bölge Sağlık Müdürlüğü yaptım. Bizim bölge tarafında, bir pilot aşaması yaptık. İstanbul Hastanesinin polikliniğine o yıl 850 bin kişi geldi; aşamayla, bir yıl sonra 1 milyon beklenirken, 400 bine düştü. Ne yaptık; dispanserlere röntgen koyduk, laboratuvarları koyduk, hekimleri koyduk; ama, şimdi, o dispansere tayin ettiğimiz hekimler, ya 8’de ya 55’te ya 53’te ya 58’de, hastane koridorlarında geziyor; çünkü, oturtacak yerlerimiz de yok; neden, siyasî erk böyle istiyor. Neden, o hastanede, o doktordan ben istifade edemiyorum. İddia ediyorum geçen gün SHOW’da bir televizyoncuya söyledim -sakın yanlış anlamayın, beni tanıyanlar, benim, hiçbir zaman kendimi düşünmediğimi, tevazu içinde olduğumu bilirler- yasa çıkarmadan, siyasî erkin elini çekmek şartıyla SSK sorunlarının yüzde 70’ini altı ayda bitirmeye söz veriyorum. Ben değii, burada çalışanların her biri bu sözü yapar, herkes bunu yapar; ama, bir şartım var. Genel müdür tam yetkili olacak. Bir sayın genel müdür düşünün, özerk kuruluşsunuz, Sayıştay’a bağlı değilsiniz ve de özel hastaneye tabisiniz. Ben hastanenin mesul müdürüyüm. İller Kanununa da tabi değilsiniz ve o sayın genel müdür, bir hademe tayin etmek için evvela sayın bakana gidecek, Personel Dairesine gidecek, sayın başbakandan müsaade alacak; niçin alacak, İstanbul Hastanesindeki ameliyat olmuş hastayı yatağına yatıracak adamı bulmak için. Böyle özerklik olmaz. İşte, onun için, Kurumu bugüne getiren kişiler değildir diyorum; onun için, kişileri hep saygıyla anıyorum, sistemdir diyorum. Sayın Genel Müdürümüz ne yapsın? Bana bu sabah “sıkıntın var mı” diye sordu, hiçbir şey söyleyemedim Sayın Genel Müdürüm; çünkü, sizin elinizde bir şey yok. Her gün söyleyip temcit pilacı gibi sizi üzmenin manası yok ki. Onu elinde olmayan bir şeyi tecrübeli insanların söylemesini de pek doğru bulmuyorum.
Teşekkür ederim.
PROF. DR. İSMAİL TOPUZOĞLU – Bir şey ilave edebilir miyim.
Sosyal Sigortalar Kurumunun yarınki 50 inci yıl kutlama toplantısında konu “Sosyal Sigortalar Kurumu Koruyucu Sağlık Hizmeti ve işyeri Hekimliği.’’ Ayrıca, belki, Gürhan Fişek kendisi söylemek istemiyor; fakat, başlattığı yeni bir uygulama var; Türkiye’de ortak işyeri sağlık birimi niteliğinde, İstanbul’da, Denizli’de, Ankara’da; bunlar halen yürümekte. Ben, Sayın Mücahit Bey arkadaşıma teşekkür ediyorum, gerçekten heyecanlı bir şekilde Kurumu aktardı.
DR. MÜCAHİT TOPUZOĞLU – Sizden öğrendik efendim. Şimdi, siz, öğretim üyesi olarak, burada, o ağırlıkla konuştunuz.
PROF. DR. İSMAİL TOPUZOĞLU (Devamla) – Estağfurullah.
Sözünü ettiğiniz Saim Aktan da sınıf arkadaşım; onu da sevgiyle anıyorum.
DOÇ. DR. ŞERİFE T. ÖZŞUCA – Konuşmacılarımıza tekrar teşekkür ediyoruz; aydınlandık.
Sağ olun. (Alkışlar)