Ahmet Aklar

Ahmet Aklar

 

DÖRDÜNCÜ OTURUM

10 MAYIS 1996

 

Oturum Başkanı:

DOÇ.DR. GÜRHAN FİŞEK

(A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü)

 

Konuşmacılar:

AHMET AKLAR

 

DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK – Sayın Serdar’a çok teşekkür ederiz.

Ben, soruları, en sonunda almayı düşünüyorum; önce, diğer konuşmacıları da dinleyelim; ondan sonra, belki, Özer Bey’in başka katkıları da olur.

Buyurun Ahmet Bey.

AHMET AKLAR – Sayın dinleyiciler, hepinizi saygıyla selamlarım.

Kurumun kuruluşunun 50 inci yıldönümü dolayısıyla bu şekilde bir toplantıyı, bu şekilde bir çalışmayı organize eden Sayın Gürhan Fişek’e, bu konuda katkıları bulunan Sayın Genel Müdürümüz Kemal Kılıçdaroğlu’na ve diğer emeği geçen arkadaşlara teşekkürlerimi sunarım.

Konuşma, biraz da kabiliyet işidir. Belki, uzun seneler müfettişlikte bulunduğum için yazabiliyorum; ama, konuşmam biraz zayıftır; o sebepten dolayı, atfınızı dilerim.

Konuşmama başlamadan evvel şunu belirteyim: Karagöz oyunlarının sonunda, Karagöz’ü oynatan şahıs “sürçü lisan ettikse affola” der. Ben de, sürçü lisan edebilirim, şimdiden atfınızı dilerim.

Konuşmam, herhangi bir şahıs, makam ya da mevkiyle ilgili, onlarla alakalı, ne bir tenkit ne itham mahiyetinde değildir. Sadece, bu toplantıda, size, geçmiş senelerin çalışmaları, faaliyeti hakkında, neler olmuş-, neler bitmiş, neler çekilmiş olduğu hakkında bir nebze bilgi verebilirsem, kafanızda bir parça istifham uyandırabilirsem, ne mutlu bana.

Şimdiden, bana ayıracağınız zaman için teşekkürlerimi sunarım.

Ben, 1952 senesinin sonunda müfettiş muavinliği imtihanı için Kuruma müracaat ettim. 1952 senesinin sonunda, sözlü sınavı da verdim; fakat, tayinimiz, 1953 senesinin 16 Martına kaldı. Şimdi, bunu neden söylüyorum: O zamanın bakanı -tahmin ediyorum Nuri Özsan olsa gerek- kadroları mevkut tutmuş. Kadroları mevkut tutmak, bugünkü tabirle, tayinleri durdurmak demek. Kurumun Teşkilat Kanununa bakıyorsunuz; malî ve İdarî bakımdan muhtar; kadrosu çıkmış, tasdik edilmiş -neyse- ama mevkut tutuluyor; yani, bu müdahaleler, o zamanlardan, ufak ufak başlamış şeyler.

Ben, 1979 senesinin temmuz ayına kadar, müfettiş ve başmüfettiş olarak çalıştım. 1979 senesinin temmuz ayında, hasbelkader, umum müdür muavinliğine tayin oldum ve nisan 1981’de de ayrıldım; yani, muavin geldim, muavin gittim.

Sayın Özer Bey arkadaşımız, size, mümkün olduğu kadar teknik ve İdarî yönden İlgili açıklamalarda bulundu. Ben, bunları tekrar edip sizleri sıkıntıya sokmak istemiyorum; benim bahsedeceğim konular biraz daha değişik.

Şimdi, Kurum, kurulduğundan bu yana ve halen de, birçok makam ve teşekkül tarafından yorulmak istenilmekte, bazı taleplerde bulunulmakta. Bunlardan birinci grup sendikalar. Sendikalar, Kurumdan daima istemişlerdir; fakat, Kuruma -bilhassa işçi sendikaları- fazla bir şey vermemişlerdir. Meseia, bir sigortalı işçinin durumu vardır, müdahale ederler; işte, başhekime, şube müdürüne müracaat ederler; fakat, sigortasız işçi çalıştırma meselesine gelince, sendikalar meydanda yoktur. Kurumun Genel Kurulunda senelerden beri, idarecilere, bir çok, belki çoğu da gereksiz tenkitlerde bulunulur; fakat, idarecilerin, bunlara bir cevap verme hakkı yoktur. İdarecilerden kastım, başhekimler ve şube müdürleri.

Sendika yöneticileri Genel Kurula gelirler, daima, ileride, müteakip aylarda, başhekimden, şube müdüründen, bazı işleri yaptırabilmek için, Genel Kurulda ağır tenkitlerde bulunurlardı. Sonunda, Genel Müdürlük bunu önledi ve -şu anda bilmiyorum- Genel Kurullara şubelerden başhekim ve yönetici göndermiyor.

Şimdi, bizim Teşkilat Kanunumuza bakıyoruz; malî ve İdarî bakımdan muhtar deniliyor. Şimdi, Kurum, kendisi hiçbir zaman bir kanun çıkarma imkanına sahip değildir, prodesüdür var. Bakanlar Kurulundan bir karar çıkarmak durumunda değildir; prosedürü var. Bir üçlü kararla, umum müdürün herhangi bir tayin yapma yetkisi yoktur; zaten, kendisi, üçlü kararnameyle -umum müdür, umum müdür muavinleri- tayin ediliyor.

Kurumun İdarî ve malî bakımdan muhtariyeti nedir acaba; bence bir şey yok. Şimdi, Kurumla ilgili olarak, Maliye Bakanlığına, Devlet Planlama Teşkilatına birçok yazı çizi gider. Maliye Bakanlığı -bilemiyorum, belki şu andaki tatbikatta farklılık olabilir- bizim kadrolarımız üzerinde oynar. Bu kadroyu istemişsinizdir düşürür, bu kadroyu istemişsinizdir artırır filan. Bununla ilgili olarak, ben hatırlamıyorum ki, bir bakan, gidip de Maliye Bakanına “beyefendi, bizim şöyle bir problemimiz var; şunu şöyle yapalım” desin.

Devlet Planlama Teşkilatı, Kurumun hastane açmasından şube binası yapmasına kadar hepsine müdahale eder. Biz, çok zaman, Kurumda, kiralık binalarda oturmak mecburiyetinde kalmışızdır. Bunun sebebini de gidip öğrendik; biz, resmî olarak bir şahıstan, teşekkülden binayı kiraladığımız zaman, orası, devlete o kiradan dolayı vergi verirmiş, bu vergiyi alabilmek için, bu yola gidiliyormuş. Planlamadan bir şey çıkaramayız.

Şimdi, bence, Kurumun, malî yönden müzayakaya düşmesinin en büyük sebebi enflasyon. Kurumun istediğiniz kadar büyük arsası olsun, gayrimenkulu olsun, ben, bunların, bu enflasyon karşısında dayanacağını tahmin etmiyorum.

Teşkilat Kanunundaki hüküm dolayısıyla ve biraz da sendikaların, sigortaların baskısısebebiyle, biz, devamlı olarak, paramız olduğu sürece, 1975’e kadar, konut kredisi verdik; fakat -hani İdarî malî bakımdan muhtardık- Kurumdan konut kredisi almış olan bir memur var mı; mümkün değil, yok, alamadık.

Şimdi, Erzurum’da hastane açarsınız; Erzurum’daki hastanenin başhekimine -o tarihte; belki bugün farklılıklar olabilir- ödeyeceğiniz parayla İstanbul’daki başhekime ödeyeceğiniz para aynıdır. Mademki İdarî malî bakımda muhtarız, ona bir miktar fazla veremedik.

Yani, bence İdarî ve malî ve özerklik çok mühim; Kanuna baktım, hâlâ var, duruyor; ama, bu lafta olan bir şey.

Seneler geçtikçe, bakanlıkların Kurum üzerindeki tesiri çok arttı. Eski senelerde, umum müdür ve umum müdür muavinleri arkadaşlarımızı ziyarete giderdik. 1958-1960 senelerinde, bir bakanın Kurumu ziyareti veya bir umum müdüre telefon açması konu olurdu, memnuniyet verici bir şey olarak bahsedilirdi. Şimdiki senelerde, herhalde bir umum müdürü ziyarete gittiğimizde, bakanla üç dört kere bakanla telefonla konuştuğunu, konuşacağını tahmin ediyorum.

Efendim, ben, görevden ayrılalı hayli olduğu için, size çok teferruatlı teknik bilgi verme durumunda değilim; ama, bazı şeyler not ettim, şuralardan, onları, size, aklıma geldikçe söyleyeyim.

Ben görevde bulunduğum zaman, iki tane ihtilal, bir tane de -tabir bence pek doğru değil; ama- muhtıra oldu. Bunların, başka devlet teşkilatlarında olduğu gibi, Kurumda da tesiri olduğunu kabul ediyorum; fakat, inanır mısınız, hükümet değişiklikleri, Kurumda, bu darbelerden sonraki değişikliklerden çok daha fazla tahribat yapmaktadır.

Şimdi, her bakan, geldiği zaman, umum müdürü değiştirme arzusu içerisine giriyor. Ben, 1979 senesinin temmuz ayında işe başladım; tesadüfen -ve bir tanedir- Teftiş Kurulundan yetişmiş olan bir arkadaş genel müdür idi. Ben de, rahmetli Nuri Erman’la birlikte yeni genel müdür yardımcısı olmuştum. 1979 senesinde, Hikmet Erinç Bey Genel Müdür, Mustafa Mut Bey de Müsteşar. O tarihte, bir hükümet değişikliği oldu. Bakan, göreve geldi ve tahmin ediyorum 1,5-2 ay içerisinde hem umum müdürü hem müsteşarı görevden aldı.

Şimdi, bu, elbette ki, hem Kurum teşkilatında hem Bakanlık teşkilatında bir tahribat yapacaktır. Bunların ikisi de, Kurumun yetiştirdiği, memuriyetten gelmiş, muavinlikten gelmiş arkadaşlardı ve herhangi bir tahkikat, herhangi bir şikâyet de, bu arada geçirmemişlerdi bu arkadaşlar. İşte, bunlar, Kurumun çalışma durumunu değiştiriyor.

1976 senesinde, ismet Kaya Erdem Genel Müdür olarak geldi. İsmet Kaya Erdem, benim, yüksek ticaretten sınıf arkadaşım. İmtihan kapısında beraber beklerdik ve bana gelince “sen 20 senedir bu Kurumda mı çalışıyorsun, hayret” dedi; ben de “20 senedir çalışıyorum, müfettişlik yapıyorum” dedim.

İsmet Kaya Erdem geldikten sonra Teftiş Kurulu olarak gittik ziyaret ettik ve bir tek gün çağırıp da “ey Aklar, yahu sen burada bu zaman çalıştın; buranın durumu nedir, kim nedir, ne yapar, ne eder” diye sormadan, pat diye hiç tanımadığımız iki tane umum müdür muavinini tayin etti geldi.

Şimdi, Kurum, tahmin ediyorum, sendikaların veya bazı siyasî tazyikler dolayısıyla konut kredisinin haricinde de yatırımlar yapmıştır; fakat, bunların hepsi verimsiz yatırımlardır. Biz, Sinop’a otel yaptık; İsparta’ya otel yaptık, işhanı yaptık. Kızılcahamam’a otel yaptık, sattık. Ballıdağ Sanatoryumunu aldık. Isparta o zaman satılmamıştı. İki otogara ortak olduk; İzmir’deki otogar belediyenin arsası üzerine yapılmış, parayı biz vermişiz, tapu onda imiş. 1980 senesinde genel müdür yardımcısıyım, acaba oradan bir şey kopartır mıyız diye İzmir’e gittik, belediye yetkilileriyle görüşeceğiz. Sabahleyin şube müdüründen, ihtilal oldu diye bir telefon; haydi, geri döndük.

Şimdi, bu yapmış olduğumuz yatırımlar da verimsiz yatırımlardır; ama, uzun seneler, mesela Sigorta’ya şöyle bir şey söylerlerdi: “Efendim, Sigorta, arsa alır; ama, arsa satamaz.” Niyeyse !?…

1980 senesinde genel müdür yardımcısıyken, bana emlak filan da bağlıydı. Biz, bir icra işi dolayısıyla, Kurumun alacağı dolayısıyla, Adana’da Millî Mensucat Fabrikasını satın almıştık. Fabrika iflas etmiş, çalışamamış. İki tane de çok yüksek seviyede, bu fabrikanın çalıştırılmasının, teknik olarak ve malî yönden mümkün olmadığına dair rapor var. Yönetim Kuruluna girdik “böyle böyle, biz, bunu, zaten arsası için almıştık; makineleri satalım” dedik. Yönetim Kurulundan “fabrikayı çalıştıralım” kararı çıktı. Saçımıbaşımı yolacağım; çünkü, kıdem tazminatı var, teröristler bütün bakır kabloları çalmışlar, mahvetmişler, bir şey yok. Uğraştık, bir iki ay içerisinde – yazışmaları da, emlak müdürlüğü yazmıyor, yönetim kuruluna giden yazıyı bilhassa ben yazıyorum- Yönetim Kuruluna girdik, tekrar “çalıştırılsın” diye karar çıktı. Efendim, Yönetim Kurulunda da, bizim tekstil kolundan gelme bir Yönetim Kurulu üyesi arkadaş var; tahmin ediyorum, o, böyle bir şeyin açılmasını istiyor.

Şimdi, fabrika açılmış olsa, belki, bugünkü parayla, en aşağı 1 trilyon Kurumun kaybıolacak, en aşağı… Ne yapalım, o sırada, Bakanlıkta -Bakanlığı da her zaman tenkit etmiyoruz, işimize yaradıkları zamanlar çok oluyor, elimizden tuttukları da olmuştur- Doğan Bilgin Müsteşar Yardımcısı. Bakanlığa gittim, işte, şöyle şöyle olmuştur diye bir yazı yazdım ve Bakanlıktan bir mütalaa istedik. Doğan Bey’in yardımıyla da, Bakanlık, fabrikanın çalıştırılmasına lüzum yoktur filan gibi bir görüşle yazımızı geri çevirdi, kurtulduk.

Belki, ben, anılarda parça parça kesiyorum -çok özür dilerim- artık, siz, onu kafanızda birleştireceksiniz. Sebahattin Bey de bana bakıyor; yani, birleştirin…

Şimdi, 1965 senesinde, işçi meskenleri müdürlüğü vardı. Bugünkü devre göre çok ufak bir sebepten dolayı müdürü aldı. O zaman çok büyük gözüyordu; ama, şimdiki şartlara bakıyorum, belki, takdirname vermemiz gerekir. Neyse, müdürü aldılar, ufak tefek tahkikatlar da yapıldı, benim müfettişlik uhdemde kalmak üzere, bana, o görevi verdiler. Genel Müdür Fikret Pamir. Konut kredilerinin istihkaklarıyla ilgili, işte, şu istihkak evvel yazılsın, bu ihtihkak sonra yazılsın filan diye bazı müdahaleler oluyormuş. 1965 senesinin tahmin ediyorum ağustos ayında filan da, bir seçim -senato seçimleri olabilir – oldu. Allah rahmet eylesin, Sayın İhsan Sabri Çağlayangil de Bakan. Sigortalılar geliyorlar, kangren olmuş konut kredisi dosyaları var; krediyi vermişiz, binanın yüzde 50’si bitmiş, yüzde 50’si yapılmamış, dosyalar öyle duruyor. Bu dosyalarla ilgili sigortalılar, onların başlarındaki sendikalar geliyor, Bakana şikâyet ediyorlar, Bakan da beni çağırıyor, ilgili dosyayı koltuğumun altına alıp gidiyorum. Bakan, yukarıdan aşağıbağırıyor “olur mu kardeşim, vatandaşın işi böyle gelir mi, halledin” falan filan 3-4 kere, ben, böyle gittim geldim. Meskenler Müdürlüğü çağırıyor. Sonra, bir gün tekrardan beni çağırdı; fakat, dosya istemedi. “Herhalde bu sefer daha fena” dedim “otur” dedi, oturdum “bana bak Meskenler Müdürü, şimdi seçim zamanı, heyetler buraya gelir gider; ben de seni çağırırım, bağırır çağırırım; sen, mevzuat ne gerektiriyorsa onu yap” dedi. Bu devirde böyle bakanı biraz zor buluruz. O da çantadan gelme idareci idi de, tahmin ediyorum ondan. Esasta, beni, bakandan korkup da yanlış bir işlem yapmayayım, başım derde girmesin diye korumak istedi.

Şimdi, Özer Bey, bu Kurumun özelleştirilmesiyle ilgili konulara temas etti. O konuda, onun söylemiş olduklarına benim söyleyecek hiçbir şeyim yok; yani, Kurumun, ne ihtiyarlık sigortası, ne hastalık sigortası, ne kaza sigortası, bunların özelleştirilmesinin mümkün olması hayal edilecek bir şeydir, mümkün değildir, olamaz; çünkü, bizim bu hastalıklarla ilgili şeylerin arkasında işgöremezlik ödenekleri var, maluliyetler var filan. Bunlar, dışarıda halledilmesi mümkün olan şeyler değil.

Biz, 1957-1958 senesinde, bunu, meslek hastalığı müracaatlarında, tam teşekküllü bir devlet hastanesinden rapor alınsın diye, bir nebze, devlet hastanelerine vermişiz ve bizim Sağlık Dairesi Başkanı arkadaşımız bakmış ki Numune Hastanesinden, devamlı olarak, Kuruma; her gün, üç-beş tane, on tane maluliyet vakaları geliyor. Zonguldak Kömür Ocağında çalışmış, yüzde 60-70 maluliyet… Adamcağız, bunun bu kadar olmasımümkün değil diye saçını başını yoluyor. Biz de, iş sağlam olsun, garantili olsun diye devlet hastanesine bırakmışız; yani, kendimiz bile üzerimize almamışız; yani, dışarıya böyle bir şeyler verirsek neler olabileceğini anlatmak için söylüyorum.

Bunu umum müdüre intikal ettirmiş, tahkikat olarak da bana geldi. O sıralarda ben Ankara’da oturuyorum, tesadüfen de Ankara’daymışım. Akşamüstü oldu mu, bir arkadaşın bekâr odası var, orada elbiseleri değiştiriyorum, başıma bir kasket, bir eski elbise, İtfaiye Meydanında bir otelde yatıyorum. Bu, Lütfü Günaydın’dı hiç unutmam. Daha evvelden, bizler, bu konuda, maluliyet raporu almış olan bir sigortalı, her gün, Zonguldak’tan, üç beş sene çalışmış sağlam sigortalıları bulup getiriyor Ankara’ya ve bunlara maluliyet raporu sağlıyormuş. Sondan bunu anladık. Adamcağızın elinde, üç tane, üç değişik yaşlarda, hakikaten hasta sigortalı var. Diyelim ki, 35 yaşında, 45 yaşında 50 yaşında. Gelen şahısların yaşına göre, o sigortalılardan herhangi bir tanesini röntgene sokuyormuş -kemikleri ona göre görünsün diye- oradan da, o şahıs, maluliyet raporunu rahatlıkla alıyormuş. Biz, işi, sağlam olsun diye devlete bıraktık ya, mahvolduk, kurtarıncaya kadar canımız çıktı; yani, onun için, bizim işimizin, böyle hususi şirketlerle filan olması mümkün değil.

Ben, 1976 senesinde müfettişken, 6 aylığına, Ingiltere’ye bilgi ve görgümü artırmak üzere gönderildim. Benimle birlikte rahmetli arkadışımız Nuri Erman Bey de vardı. Biz gittikten sonra -belki yanlışım vardır bilemiyorum- iki arkadaş daha gitti galiba bu şekilde. 1976 senesinden sonra, o iki arkadaş da gittikten sonra, bu yol kapandı. Kapanmasının sebebini de, devletin döviz sıkıntısına bağladılar. Sonradan öğrendik ki, bu, devletin döviz sıkıntısı değil de, Kurum müfettişlerinin bu şekilde yurtdışına gitmesini önleyen Maliye Bakanığı, kendi teftiş kurullarında birer kere göndermiş mütfettişeri de ikinci sefere başlamış. Bu, malî ve İdarî bakımdan muhtar olduğumuzdan.

En son, bir hatıramla, ben de konuyu kapatmak istiyorum. Bir sual olduğu zaman cevaplandırabilirsek, ne mutlu bize.

1981 senesinde, henüz görevden ayrılmadan, tesadüf o sıralar umum müdürlükte kimse yokmuş; ne umum müdür var, ne umum müdür muavinleri, bir ben varım. Bir vesileyle, sağa sola ayrılmış arkadaşlar. Bir telefon geldi, sekreter “Bingöl milletvekili bir arkadaş arıyor” dedi. O sırada da bana bu dosya gelmişti. Bingöl’de bir ödeme bürosu açılmasıkararlaştırılmış, idare binası kiralayacağız; ama, dosya daha yönetim kurulundan yeni çıkmış. Milletvekili, bana “böyle böyle, Bingöl’de bir ödeme bürosu açılacaktı, ne safhada” dedi. “Bunun kararı Yönetim Kurulundan yeni çıkmış, binası kiralanmadı, kadrosu yok; bunların halledilmesi lazım” dedim. “Ben bir haftaya kadar Bingöl’e gideceğim; bir haftaya kadar bunun muhakkak açılması lazım” dedi. Ben tekrardan “bunun bir haftaya kadar açılması mümkün değil beyefendi; çünkü, personel tayini var, kiralanması var, onların yetiştirilmesi var, mümkün değil” dedim. “Peki öyleyse” dedi, kızdı, telefonu kapattı. Belki yarım saat sonra, bu sefer bakandan bir telefon geldi “böyle böyle bir şey olmuş, nedir” dedi, anlattım “ne cevap verdin” dedi “bu şekilde söyledim” dedim “ben de öyle tahmin etmiştim” dedi, telefonu kapattı; bir şey de olmadı, bilemiyorum artık neden.

Şimdi, bir de, hatıra olarak ufak bir şey anlatayım. Bizde -Özer Bey de temas etti- 1 400 varmış şu anda; ama, tahmin ediyorum, bunların içerisinde, herhalde, lojman vasfınıtaşıyacak 400’ü filan geçmez. Birçoğu sobalıdır, eskidir; ama, adet olarak vardır. Biz, Ayrancı’da, Kurum olarak, 20 daireli bir lojman satın aldık. Eksik olmasın, İsmet Kaya Erdem’den sonra, bu lojman işi biraz düzgün yoluna girdi. Şimdi, Bakanlık ayrı bir teşekkül, biz, ayrı bir teşekkülüz. 10 tanesini Bakanlığa rüşvet vermişiz; 10’unu Bakanlık kullanıyor, 10’unu biz kullanıyoruz. Bakanlık, kendi lojmanından bize vermiyor. Bakanlık bu lojmanı kullanırken, lojmanda oturan zamanın bakanı -ismi lazım değil- ayrılırken, lojmanını şoförüne vermiş. Şoför, burada bir iki sene oturdu. Sonradan ne sebeptense, görevden mi ayrıldı, yoksa başka bir ev mi aldı ne yaptı, şoför lojmandan çıkmış. Çıktığıgünün ertesi günü Emlak Müdürü bana geldi “efendim, lojmandan işgüzarın şoförü çıktı, anahtarı Bağ-Kur Genel Müdürü istiyor” dedi “yahu, sen anahtarı al bana gel, onlara da lojmanı tamir ettiriyoruz filan de” dedim. Biz anahtarı aldık, lojman da kaldı. Bir hafta on gün geçti geçmedi, Bakanlıktan bir yazı. Bağ-Kur Genel Müdürü rahmetli Altan Tufan Bakanlığa bir dilekçe yazmış, müsteşar uygun görüşle Bakana takdim etmiş, Bakan, imzalamış, Kuruma göndermiş. Bu, bana geldi; fakat, biraz da ağrıma gitti. Şimdi, zaten, o lojman, yüksek kademeli personele tahsis edilmiş bir lojman. Şoför oturmuş, vermiş imzalamış, çekmiş gitmiş; ama, çıktıktan sonra, bununla tamamen ayrı olan bir teşkilatın genel müdürüne, biz, lojman verme durumunda kalıyoruz; niye, işte, bu, Bakanlığa tahsis edilmişmiş, o da Bakanlık personeli sayılırmış. Kardeşim, ben, Bağ-Kur’un imkanlarından kendi personelimi istifade ettirebiliyor muyum. Ben vermedim ve başıma geleceği de göze aldım; fakat, belki de şansımdan, Sayın Sadık Şide Bakandı, belki ikinci defa bakan olmasının tecrübesinden, bana, bir gün telefon açıp da “arkadaş, ben böyle böyle bir yazıgönderdim, bunun gereğini niye yapmıyorsun” da demedi, iki ay geçti, ben, emekli oldum, ayrıldım, sonradan verdiler mi ne oldu bilmiyorum; ama, hani yiğidi öldür hakkını yeme, bir şey de söylenmedi, sormadılar da. Yalnız, bir iki kere umum müdür, yahu şunu halletsek ne olur filan dedi bana; ben de “isterseniz izin alayım, isterseniz istirahat alayım, bu arada siz-yapın” dedim. Onu da, herhalde, ben, belki üzülürüm diye yapmadılar, böyle kaldı.

1960 ihtilalinden sonra da, Kurum teşkilatında fevkalade bir değişiklik olmadı. Ben, şahsen, birkaç tane siyasî içerikli konunun tahkikatıyla meşgul oldum; fakat, onlardan da fazla bir şey çıkmadı. Mesela, bir tanesi, meşhur, İnönü’nün Topkapı’da bazı saldırılara muhatap olması, bu arada Süreyyapaşa Sanatoryumundan personel gitmiş filan; yani, bir şey de çıkmadı. Söylediğim gibi, ihtilallerdeki tahribat, değişiklik, daha sonraki hükümet değişikliklerinden daha az Kuruma tesir yapmıştır.

Sözlerimi burada kesiyorum. Bir şey aklıma gelirse sonradan ilave ederiz.

Hepinizi saygıyla selamlarım. (Alkışlar)

DOÇ. DR. GÜRHAN FİŞEK – Teşekkür ederiz.

Diğer Yazılar