Halk Sağlığında İz Bırakanlar : Prof. Dr. Nusret H. Fişek
A.Gürhan Fişek
BİR ÖNDERİN SEYİR DEFTERİ
Nusret Fişek 1914’te Sivas’ta doğduğu gün, babası Sivas’ın doğusunda, dağlarda düşmanla savaşıyordu. Uzun yıllar, yurdu için savaşan babasını çok az gördü. Bunu, anne ve babasının, Anadolu’da oradan oraya göreve gittikleri dönem izledi. O da yatılı olarak Kabataş Lisesi’ni ve İstanbul Tıp Fakültesi’ni okudu.
1933 Üniversite Reformu’nun mimarlarından İsviçreli Pedagog Prof.Albert Malche, çok geniş ve ayrıntılı ön-inceleme raporunda profesörlerin özelliklerini tanımlarken şöyle diyordu (H.Widmann 2000, s.35):
- Öğrencilerle diyalog kuran onları derse katan
- Örnek ve yönlendirici kişiliği olan
- Çağdaş bilgileri aktaran dinamik
- Bilgilerini halka anlatan ve onunla paylaşan bir bilim insanı.
Bu rapor yazıldığında Nusret Fişek, tıp fakültesinin 1.sınıfında öğrenciydi. O zaman adı Darülfünun olan Osmanlı’dan kalma okulda eğitimine başlamıştı; ama bir yıl sonra devrim niteliğinde bir atılımla üniversite reformu gerçekleşti. Onun sıra arkadaşı olan dayım Dr.Mekin Taha Alpay, iki eğitim sistemi arasındaki farkı şu özlü sözle anlatmıştı : “1933 öncesi müderrisler, sararmış kağıtlardan dersi okurlardı. 1933 sonrası Alman profesörler irticalen (doğaçlama) anlattılar.” İki sistem arasındaki fark, sanki yarı-yüzyıl gibi… Bu olgu, hem Nusret Fişek için hem de Türkiye için büyük bir şans olmuştu. Nusret Fişek, yaşamı boyunca Malche’ın tanımladığı gibi bir profesör olmaya çalıştı.
Nusret Fişek, devletten burs alarak okumuştu. Çok başarılı bir öğrenciydi ve 1938 yılında tıp fakültesini birincilikle bitirdi. O zaman, birinci olanlara ödül olarak, istedikleri ihtisası seçmeleri olanağı tanınırdı. Ama Nusret Fişek, burslu okuduğu için, devlet onun bakteriyoloji alanında ihtisas yapmasını uygun gördü. “Haksızlık bu!” diye düşünen Nusret Fişek, itirazlarını Sağlık Bakanlığı Müsteşarına kadar sürdürdü. Müsteşardan aldığı yanıt şuydu : “Bu bizim kararımız. Seni okuttuğumuz için buna hakkımız da var. Parlak bir gençsin. Sana bu alanda ihtiyacımız var. Ama sana bir tavsiyede bulunayım. Ne iş yaptığın değil, onu nasıl yaptığın çok önemli. Sen de bakteriyoloji alanına tüm gücünü vermeli ve orada yükselmelisin.” Nusret Fişek, bu görüşmeden aldığı yaşam dersini, hep değerbilirlikle andı ve gereğini yerine getirmek için varını yoğunu koydu.
Haksızlıklara karşı tahammülsüzdü. Danıştay’ın kapısını bir çok kez çaldı. 1960-65 arasında Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı görevinden her alınışında Danıştay kararı ile görevine iade edildi. Ama bu yıllardan çok önce, 1939-44 arasında da Danıştay’ın kapısını çalmıştı. Yedeksubay olarak askere alınıp terhis olduktan sonra tekrar askere alındı. Kural gereği Teğmen rütbesi ile göreve başladı. Terhis edildi, sonra tekrar askere alındı. Kural gereği Üsteğmen rütbesi ile göreve başladı. Terhis edildi, sonra tekrar askere alındı. Ama bu kez kural bozulmuş, yine üsteğmen olarak göreve başlatılmıştı (O gün, babası “Kara -Kuvvetleri- Müsteşarı” olarak anılan, ordunun en yüksek makamlarından birindeydi). “Haksızlık bu!” diye düşündü; Danıştay’a başvurdu. Davayı kazanarak, görevini yüzbaşı rütbesiyle sürdürdü.
Bakteriyoloji alanında canla başla çalıştı. Harvard Tıp Fakültesi’nde 1946-1950 yılları arasındaki doktora çalışmasında, tetanoz aşısı için zorunlu bir adım olan, mikrobun özel vasatta üretilmesini sağladı; bu vasat bugün hocasının adıyla “Müller-Müller” vasatı olarak anılıyor. Bu başarısı onu, Dünya Sağlık Örgütü’nün biyolojik standardizasyon alanındaki sayılı uzmanlarından biri haline getirdi. Harvard Üniversitesi’nde kalması, Cenevre’de Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışması için yapılan önerileri, devlet bursunu bahane ederek geri çevirdi. Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü Aşı Kontrol Laboratuvarı’ndaki görevine döndü.
Nusret Fişek, “Haksızlık bu!” dediği ve onun yurtsever kimliğini ortaya koyan bir örnek olay da, Harvard Üniversitesi’ndeki doktora sınavı öncesi yaşanan olaydır. Üniversite Yönetimi, doktora sınavına gireceklerin iki yabancı dili iyi bilmesini ön koşul olarak kabul etmişti. Nusret Fişek, ingilizce ve fransızca biliyordu. Ama Yönetim, “Burası Amerika Birleşik Devletleri… İngilizce yabancı dil sayılmaz” dedi. Nusret Fişek, “Tamam o zaman, Türkçe ve Fransızca’yı kabul edersiniz” görüşünü öne sürdü. Üniversite Yönetimi, Türkçe’yi bilim dilleri arasında saymıyordu ve kabul etmedi. Nusret Fişek’ten başka bir yabancı dil öğrenmesini istedi. O da, “Ne işime yarayacak bu yeni yabancı dil. Boşa çaba” diyerek, bunu kabul etmedi ve doktora sınavına girmeme kararıyla yurda dönüş hazırlıklarına başladı. Parlak öğrencilerinin bu tavrı karşısında, açmaza düşen Üniversite Yönetimi, yeniden toplandı ve Türkçe’yi bilim dilleri arasında kabul ederek, Nusret Fişek’in sınava girmesine izin verdi.
Nusret Fişek’i laboratuvarının sınırlarından dışarı çıkaran nedir? Bence toplumsal sorumluluğu. Çünkü Sağlık Bakanı, ondan Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğü görevini üstlenmesini istediğinde, tereddüt etmemişti. Hazırlıklıydı. Çok kısa bir sürede “etkin olmayan” bir kurumun, Sağlık Bakanlığı’nın motoruna dönüşümünü gerçekleştirmişti (1958). Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi de öyle (1960). Dr.Reşit Galip’in köycü çalışmalarıyla hekim-öğretmen birlikteliğine ilişkin düşüncelerinin; Fakir Baykurt’un köy yaşantısını anlatan romanlarıyla Köy Enstitüleri deneyiminin ve Thomas Moore’un “Ütopya”sının ona yön veren en önemli etkenler arasında olduğunu düşünüyorum.
Nüfus Planlaması çalışmalarının özünü oluşturan doğurganlığın kontrolunda asıl hareket noktası, kadınların sağlığıydı. Güç koşullarda yaşayan ve çocuk istemeyen kadınların dramı onu derinden yaralıyordu. Dursun Akçam ve arkadaşlarının bu dramı ve ölümcül direnişi anlatan köy romanları, onun toplumun gereksinmelerini daha ne görmesini sağlıyordu. Onun için, insana karşı haksızlık olarak gördüğü “pro-natalist” politikayı tersine çevirmek için, yasalarla yasaklanmış olmasına karşı çalıştı, yazılar yazdı, TBMM’de direndi. Bu politikayı tersine çevirmeyi başardığı gibi, ülkemize Nüfus Planlaması yasasını da kazandırdı. Hiç kuşkusuz bu mücadelede ona destek veren ve yol arkadaşlığı yapan bir sürü aydın va savaşçı insan vardı.
Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi, bir başarı öyküsüdür. Ama başarısızlık nedenlerini de görmek gereklidir. Bunların başında, başlangıç noktasının seçimi gelir. Nusret Fişek, sosyalleştirmenin ilk kez İstanbul’da başlamasını öngörüyordu. Çünkü, sosyalleştirilmiş sistemde çalışan doktorların muayenehane açamamasına koşut olarak nitelikli sağlık hizmeti sunumunun, muayene açan serbest hekimleri merkezden kaçıracağını; sosyalleştirme yaygınlaştıkça da, serbest hekimleri perifere doğru hareketlendireceğini düşünüyordu. Böylece en son doğu ve güneydoğu anadoluya gelindiğinde, yüksek ücretler, eleman bulma-sürdürme güçlüğü ile karşılaşılmayacaktı. Ama Milli Birlik Komitesi, doğu ve güneydoğu’nun uzun yıllar ihmal edildiğini ve geri bıraktırılmışlığın tehlikeli siyasal sonuçları olabileceği düşüncesiyle, uygulamanın Muş’tan başlatılmasını kararlaştırdı (27 Mayıs ve 12 Eylül askersel darbeleri arasındaki en temel zıtlıklardan biri, bu noktada, kürt insanına bakışta ortaya çıkar).
Bu seçimin doğal sonucu, bölgede çalışmaya istekli doktor ve sağlıkçıların, kürt dilini öğrenmeleri gerektiğidir. Nusret Fişek, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olarak, bölgeye atanan doktor ve diğer sağlıkçıların kürtçe öğrenmeleri için kurs açar. Anında MİT’ten müdahale gelir. MİT Müsteşarı ile görüşmesi bu açıdan önemlidir. “Hastasıyla konuşamayan, onun derdini anlayamayan ve ona yapacaklarını anlatmayan doktor, hemşire olur mu? Bu nasıl hizmet anlayışı?” demesi ve “Benim elemanlarımı, nasıl çeviri yapacağını bilemediğimiz bir muhtarın eline mi bırakacağız?” demesi para etmemiştir. MİT Müsteşarı, “nuh” demiş “peygamber” dememiş ve “kürtçe kursunu” kapattırmıştır. Bütün bu olumsuzluğa karşın, özverili sağlıkçılar ve çilekeş toplum, sosyalizasyonu sahiplenmiş ve bir köylünün söylediği, o ünlü “Gökte Allah, Yerde Sosyalizo” sözüyle simgeleşmiştir.
Nusret Fişek, savaşçılığını Hacettepe Üniversitesi’nde de sürdürdü. Sağlık Bakanlığı’nda yapılmasını hayal ettiği adımları, üniversite çatısı altında atmaya çalıştı. Sağlıkta sosyalizasyonu kuramsal-uygulamalı olarak işleyecek Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün kurulması; nüfus planlamasını ve nüfus olaylarını kuramsal olarak izleyecek Nüfus Etüdleri Enstitüsü’nün geliştirilmesi onun çabalarıyla gerçekleşti. Yaşamının her döneminde, “en güçlü görünen”le gereğinde savaşmaktan kaçınmadı. Hacettepe Üniversitesi’nde İhsan Doğramacı’yla ölümüne kadar süren çatışması ayraç niteliğindedir. Bu çatışmanın başlangıcı, İ.Doğramacı’nın yurt dışına gittiği bir dönemde Rektör Vekili olarak Nusret Fişek’i bırakmasına dayanır (1969). O yıllarda, Hacettepe Üniversitesi’nin 1.sınıfında ingilizce hazırlık okutulurdu ve öğretmenlerin bir bölümünü ABD’den gelen “Barış Gönüllüleri” oluştururdu. Barış Gönüllüleri, ülkenin dört bir tarafına dağılmıştı; bunların çalışmaları ile ilgili karşıt görüşler ve eleştiriler yaygındı. Nusret Fişek, Rektör Vekili yetkisini kullanarak, “Amerikan ajanı” oldukları gerekçesiyle, “Barış Gönüllüleri”nin görevlerine son verdi ve üniversiteden uzaklaştırdı. Dönüşünde İ.Doğramacı çılgına dönmüştü; “Nasıl yaparsın?” diyordu; Nusret Fişek de “Vekili de Rektörün tüm yetkilerini taşır. Onun için yaptım” diyordu. Bu olay hem aralarında çatışmanın yüze çıkmasına; hem de barış gönüllülerinin kısa zamanda Türkiye’den geri çekilmesine yol açmıştı.
Ama bu onurlu davranışların her zaman faturası çıkarılmıştır. Nusret Fişek, bunları bir çok kez ödemekle karşı karşıya kaldı ve ödedi. Sözgelimi, 12 Eylül askersel darbesinden sonra, okuttuğu “İnsan ve Çevresi” ders notunda “komünizm propagandası” yaptığı iddiasıyla, Mamak’ta askeri savcılıkta koğuşturmaya uğradı. Bu ihbardan her zaman İ.Doğramacı’yı sorumlu tuttu.
1983 yılında yaş sınırı dolayısıyla Hacettepe Üniversitesi’nden emekli olduğunda, Türkiye’nin aydın doktorları onu Türk Tabipleri Birliği’nin başında görmek istediler. Şimdiye kadar “hiç görev reddetmemişti”. Bunu da çok şeyler yapabileceği inancıyla kabul etti. Onurlu davranışların kaçınılmaz faturaları, TTB’de de karşısına çıktı. Ölüm cezalarına ve ölüm cezalarında hekimin seyirci olarak bulundurulmasına, merkez konseyi üyeleriyle birlikte, şiddetle karşı çıktı. Yargılandılar. Ama bir süreç sonunda bu akıl almaz ceza yöntemi kaldırıldı. Hapishanelerin kötü koşullarına, açlık grevlerinde zorla besleme (şekerli su vermeme) uygulamalarına, tutukluların muayenesi sırasında kolluk kuvvetlerinin odada bulunmasına vb şiddetle karşı çıktı. Adalet Bakanlığı’nca bu uygulamaların kaldırılmasını sağladı.
Bu dönem onun, tıp etiği ile insan haklarını bağdaştırmaya çalıştığı dönemdir. Bugüne kadar edindiği uzmanlık alanlarına bir de, insan hakları uzmanlığını eklediğini düşünüyordu. En önemli hedeflerinden biri, Tıbbı Deontoloji Nizamnamesi’nin bu bakış açısıyla yenilenmesiydi. TTB adına, Yüksek Sağlık Şurası üyesiydi. Yazdığı yeni Tıbbı Deontoloji Tüzüğü’nün gündeme alınmasını sağladı. Ama ilerleyen hastalığı dolayısıyla, uzatılan konuşmalardan yorgun düşmüştü. Toplantıya başkanlık eden Sağlık Bakanlığı Müsteşarına, “Tıbbi Deontoloji Tüzüğü”nü beklediğini, eğer o gün konuşulmayacaksa, ayrılmak istediğini söyledi. Müsteşar, tabii yarın konuşuruz diyerek kendisini uğurladı ve konuyu hemen ardından gündeme alarak red edilmesini sağladı.Bu Nusret Fişek için çok üzücü olmuştu. Hem hedefine ulaşamamış; hem de üst düzey bir bürokratın bu denli küçülmesini hazmedememişti.
Sözünü hiç sakınmazdı. Onun TTB Başkanlığı döneminde sık sık değişen bakanlara da, yol göstermeye çalıştığı ve eleştirdiği de bilinir. Bir gün hasta yatağında, dönemin Sağlık Bakanı onu telefonla aramıştı. Nusret Fişek, Bakan’a yine eleştirilerini sıralayınca, Bakan dayanamadı ve “Hocam, hiç mi iyi bir şey yapmadım?” dedi. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Bakan, “Hocam, telefon mu kesildi?” deyince, “Hayır. Düşünüyorum. Hala yaptığınız iyi bir şeyi bulamadım.” dedi.
Her savaşçının bir dayanma noktası ve yapabileceklerinin de bir sınırı var. Yakalandığı kansere direndi ama yenemedi.
O sağlıkçıların önderiydi. Yalnızca önder olmanın değil, insan olmanın anahtarını, onun yaşam öyküsü vermektedir. İnsana değer verirdi. Bu yargı bir çok açıdan irdelenebilir. Ama onun insana verdiği değeri gösterdiğine inandığım, benim için en önemli örneklerden biri, “kağıt toplayan çocuklar” için düşündükleriydi. Evde çalışma odasında, çöpe giden kağıtların konulduğu bir zarf vardı. O zarf ayrıca çöpe gönderilirdi. Anlamını sorduğumda, “Kağıt toplayan çocukların, daha fazla çöpü karıştırıp mikrop kapmamaları için ayırıyorum. Böylece daha zahmetsizce artık kağıtları elde edecekler” demişti.
Onun babam olması, yalnızca duygusal nedenlerle onu izlememi ve değer vermemi gerektirmiyor. Ben onu, “daha iyi bir dünya” özlemimi somutlandırabilmek için sunduğu model ve çalışmalar ile anıyor ve öğrencisi-izleyicisi olmaktan kıvanç duyuyorum.