Kemal Kılıçdaroğlu
SSK VI. Konferans – 23.05.1996 tarihindeki konuşması
BİRİNCİ OTURUM
BAŞKAN: Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
KONUŞMACI:
Kemal KILIÇDAROĞLU
(SSK Genel Müdürü)
BAŞKAN- Değerli izleyenler, saygıdeğer konuklar; Ankara Üniversitesinin ve SSK’nın 50. Kuruluş Yıldönümüne rastlayan bu konferanslar dizisinin bu sezona denk düşen bölümünün sonuncusunu bugün noktalıyoruz. Ve bu nokta, çok belirgin bir nokta olacak Sayın Genel Müdürün katkılarıyla. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, bu dönemin son konuşmasını yapacak “SSK Tanıklığı Konferansları” dizisinin sonuncusu olarak konuşacaklar.
Kendilerini takdime gerek var mı, ama burada usule uygun olarak kısaca kendilerinden bahsetmeleri zorunlu olacaktır; fakat Kemal bey, SSK konusu ve sorunları son zamanlarda gündeme geldiği vakit konuştuğunda benim aklıma hep bu konu, yani SSK’nın en sorunlu olduğu dönem Sayın Kılıçdaroğlu’na rastladı. Allah dağına göre kar veriyor sanki, o sorunları serinkanlılıkla ve metanetle göğüsleyen ve kararlı çözüm arayan bir genel müdür hüviyetini ortaya koydu.
Kendisiyle bir karşılaşmamızda verdiği yanıtı hatırlıyorum. “Çok sorunlu günler yaşıyoruz” dediğim zaman, “ah öldük bittik” falan denilir genellikle “Bu da geçer hoca” gibi bir yanıt vermişti. O yanıtın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. O düşüncelerle kendilerine rica ediyorum konuşmasını yapması için.
Buyurun.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (SSK Genel Müdürü)- Teşekkür ediyorum Sayın hocam.
Kısaca özgeçimişimden bahsedeyim. 1948 Tunceli doğumluyum. Ankara İktisadî Ticarî İlimler Akademisinden 1971’de mezun oldum. Aynı yıl hesap uzmanlığı muavinliği, sonra hesap uzmanlığı ve 1983 yılında Gelirler Genel Müdürlüğünde Daire Başkanlığı, daha sonra Genel Müdür Yardımcılığı, 1991 veya 1992 yıllarında -çok net hatırlayamıyorum- Bağ-Kur Genel Müdürlüğü, daha sonra sanıyorum 1992’nin ortalarından itibaren SSK Genel Müdürlüğü yapıyorum.
Sayın hocamın da ifade ettiği gibi gerçekten kurumun en sorunlu zamanında Genel Müdürlük görevini yapıyorum. Bu benim için zor bir görev olmakla beraber sorunların aşılması yönünden en büyük zaaf bu dönem içerisinde ve siyasal istikrarın yeterince oluşamamasıdır. Tabiî siyasal istikrar olmadığı dönemde de, Sosyal Sigortalar Kurumu, kendi finansman sorunları başta olmak üzere kronik sorunlarını çözemiyor.
Ben, Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğüne atanmadan önce Gelirler Genel Müdürlüğünde çalışıyordum -daha önce de ifade ettim- o zaman Bakanımız Sayın Ekrem Pakdemirli’ydi ve Sayın Ekrem Pakdemirli, Maliye Bakanı olarak sosyal sigorta kuruluşlarının -yani Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK’nın- zor duruma gireceğini söylemişti ve o konuda bize bir araştırma yaptırmıştı. O araştırmada biz, bu kuruluşların kısa bir süre içerisinde ciddî darboğazlarla karşılaşacaklarını raporumuzda yazmıştık ve Sayın Bakana sunmuştuk ve Sayın Bakan, o dönemde mutlaka bu primlerin tahsiliyle ilgili olarak “tahsili Gelirler Genel Müdürlüğü tarafından yapılsın” demişti. Benim Sosyal Sigortalar Kurumuyla ilk tanıştığım diyeyim, bu raporun hazırlanmasında başladı.
Fakat sonra bu gerçekleşmedi; yani beklenilenler gerçekleşmedi. Fakat o rapor hazırlandığı dönemde dahi Sosyal Sigortalar Kurumunu normal sıradan, rutin bir kurum olarak görüyordum. Oysa kuruma Genel Müdür olarak atandığım zaman gördüm ki, kurum, bizim düşündüğümüzün çok çok ötesinde büyük bir kurum. Büyüklüğünü şöyle ifade edeyim: Devletin bütçesinden sonraki en büyük bütçe Sosyal Sigortalar Kurumuna aittir. Yani 419 trilyonluk bir bütçesi var. Sanıyorum 1997 yılı bütçesinin 1 katrilyona yaklaşması bekleniliyor. Bu kadar büyük bir kurum, kamuoyunda bir aysberg gibi görünüyor. Yani sadece tepe görünüyor, ama kocaman bir gövde tamamen kamuoyunun bilgisi dışında.
Oysa Sosyal Sigortalar Kurumunun sorunları son yıllarda ortaya çıkmış değil. Sorunlar daha önce saptanmış, daha önce rapora bağlanmış, önlem alınması gerektiği özellikle vurgulanmış; ama maalesef önlemler alınamamış veya alınmadı.
Şimdi Sosyal Sigortalar Kurumunun kamuoyunun dikkatinden nasıl oluyor da bugüne kadar kaçtığı, bu kadar büyük sorunların bir çığ gibi gelebileceği nasıl oldu da görülmedi; anlamak mümkün değil.
Örneğin, 1971 yılında bir Uluslararası Çalışma Örgütü uzmanı rapor veriyor ve “yakın bir gelecekte SSK maaş ödeyemez noktaya gelebilir, mutlaka önlem alın” diyor, düşünün 1971 yılında. Fakat 1971… 1996; hâlâ önlem alınacak. Ne oluyor? Sadece 1996 yılı açığımız 201 trilyon lira, Hâzineye bizim getirdiğimiz fatura.
Bu kadar büyük bir açığın Maliye tarafından, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından, Hazine tarafından görülmemesi, ancak bu yükün fiilen yaşandıktan sonra görülmesi, gerçekten Türkiye’de ciddî bir bilgi birikiminin, en azından kuşaktan kuşağa olmasa dahi, bürokraside kendi içinde devretmesi gerekirdi. Demek oluyor ki, ülkede yapılar, planlamalar sağlıksız, ülkede geleceğe yönelik olarak yapılan bütün hesaplamalar sağlıklı bir altyapıya dayanmıyor. Eğer bu önlemler alınıp da zamanında gerekli çalışmalar yapılsaydı, belki SSK’nın yükü bugün 201 trilyon olarak Hazine fatura edilmeyecekti.
Oysa SSK’nin bir özel durumu daha var: SSK, sadece Uluslararası Çalışma örgütünün gelip denetlediği kuruluş da değildir. Hesapları her yıl Türkiye Büyük Millet Meclisinde denetlenir; yani anlamak mümkün değil, her yıl gidiyorsunuz ve hesabınızı söylüyorsunuz, gösteriyorsunuz. Artı, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu zaten inceliyor, denetliyor; artı, bizim bağlı olduğumuz bir bakanlığımız var ve bu bakanlık da sürekli olarak hesapları gözden geçiriyor, bütçelerimizi ve yıllık bilançolarımızı onaylıyor. Nasıl oluyor da, kurumun bu kadar geleceğe yönelik olarak biriken veya birikmesi açık olarak görülen bir hesap gözden kaçıyor; bunu anlamak mümkün değil.
Tabiî Sosyal Sigortalar Kurumunun bir diğer özelliği daha var ve gözden kaçmasının bana göre en büyük özelliği şu: Paranın olduğu süre içerisinde kurum için kalıcı çözümler getirme sürekli olarak gözardı edilmiş kurumda. Bakıyorsunuz, kurumun durumu çok iyi değil, ama para var. Her ay maaş ödeniyor, hastanelerin harcamaları karşılanıyor. Gelecekte, on yıl sonra ciddî açık olacak, ama önemli değil, nasıl olsa gelecek hükümet düşünür kaygısıyla belki bu gözardı edilmiş olabilir. Bunun sonucu ne oluyor? Sosyal Sigortalar Kurumu, bir anlamda iç politikanın kurbanı oluyor diyebiliriz.
Nedir? Bakıyorsunuz, borçlanma yasaları çıkıyor. Yıllarca prim ödememiş kişiye af çıkarıyorsunuz; prim ödemeyen bir kişi geliyor ve bir af yasasından yararlanarak ödediği bedellerle çok büyük avantajlar elde edebiliyor; bu, en büyük zaaflardan birisi.
İkinci büyük zaaf, yine iç politikada popülist yaklaşım diyebiliriz. Bakıyorsunuz, emeklilik yaşı düşürülüyor. Emeklilik yaşının düşmesiyle kurum kendi zaten kötüye giden finansman dengelerinin daha da kötüye gittiğini görüyorsunuz.
Borçlanma yasalarının mesela en son örneği, bizim sanatçı borçlanması, en son çıkan bir yasa. Kurum sanki çok iyi durumdaymış gibi bir de sanatçı borçlanması çıktı ve o kadar büyük bir borçlanma rakamıyla karşılaştık ki, Türkiye’de hemen hemen sistemden yararlanmak isteyenlerin tamamı sanatçı kapsamına alındı. Bütün ciltçiler -oysa ciltçi sanatçı değildir- bütün bakır işlemeciler, tahta oymacılar, bütün folklorcular, hepsi sanatçı kapsamına alınmaya başlanıldı. Tabiî bu sonuçta neyi getiriyor; şunu getiriyor: Acaba Türkiye’de gerçekten bu kadar sanatçı var da bizim haberimiz mi yoktu. Çünkü sistemi yarmak, dejenere etmek için her şey hazırlanıyor ve bütün bu belgelerin altında Kültür Bakanlığının onayı var, “bu kişi sanatçıdır” diye. Kültür Bakanlığına, sanatçının bu kadar ucuz olmadığını, bir kişinin sanatçı olması için gerçekten çok önemli bazı işler yapması gerektiğini yazmamıza rağmen bütün il kültür müdürlükleri, sanatçı borçlanmasıyla bizi karşı karşıya getiriyorlar. Sonuçta SSK Genel Müdürlüğü, bir anlamda sanatçı düşmanı ilan edildi. “Yasanın tanıdığı bir hakkı, Sosyal Sigortalar Kurumu nasıl bize vermiyor?” denildi. Oysa gerçek sanatçıların borçlanmasından yanayız. Hatta devletin bir sanatçı arşivi oluşturmasından yanayız; kim sanatçıdır, kim değildir diye. Ama maalesef bunlar yapılmadı.
Yine SSK’ya baktığınızda Sosyal Sigortalar Kurumu, Türkiye’de konut sektörünü uzun yıllar, yaklaşık bir on yıl ayakta tutan bir kuruluş olmuş. İşçi kooperatifleri aracılığıyla ödenen paralar, o günün dolar fiyatlarıyla yaklaşık 1,5 milyar dolarlık bir ödemenin, konut sektörüne yapıldığını görüyoruz; bu da kurumun kaynaklarının ne ölçüde aktarıldığını gösteriyor. Tabiî bu aktarmanın getirdiği bir fatura var. Bugün Toplu Konut idaresinin veya Emlak Bankasının yaptığı uygulama gibi olsaydı, bir sorun yoktu. Yani belli bir kredi açarsınız, ama en azından enflasyondan yara alacak kadar bir geri dönüş imkânı olabilirdi; ama bakıyorsunuz bu da yapılmamış. Bugün son derece sembolik geri ödemelerle, biz bu ödediğimiz paraları geri almaya çalışıyoruz.
Yine uzun yıllar -burada benden önceki konuşmacılar da söylediler- Sosyal Sigortalar Kurumu, Hâzineyi ve Türk bankacılık sistemini finanse etmiştir. Büyük paralar, bankalarda uzun zaman vadesiz hesaplarda veya çok düşük faizlerle kalmıştır. Yine devlet tahvili ve hazine bonosuna o günün rakamlarıyla çok büyük rakamlar aktarılmıştır.
Tabiî Sosyal Sigortaların çok önemli bir özelliği, bu kurumun, işçi ve işverenlerin ödediği primlerle ayakta durmasıdır. Yani sosyal tarafların oluşturduğu bir kurum. Bütün bu gelişmeler olurken, şöyle bir tarihsel derinliğine baktığınız zaman olayların, işçi ve işveren kuruluşlarının bütün olumsuzluklaragerekli tepkiyi göstermediklerini görüyorsunuz. Oysa işçi ve işveren kuruluşları, Sosyal Sigortalar Kurumunun, en azından finansman durumunun menfiye gittiğini öğrendikleri tarihten itibaren mutlaka tepki göstermeleri gerekirdi. Yani alınan politik kararların, SSK’yı zor duruma sokan politik kararların önünde direnmeleri veya en azından onu eleştirmeleri gerekirdi. Ama bunların yapılmadığını görüyoruz.
Ben, bu dönemde kendi Genel Müdürlüğüm dönemimde ısrarla ve her ortamda işçi ve işveren kuruluşlarının, yani konfederasyonların birer -Sosyal Sigortalar Kurumu masası oluşturmalarını önerdim. Yani Sosyal Sigortalar Kurumunda olan bütün işlerin -finansman durumu başta olmak üzere- sürekli olarak izlenilmesini ve bu kuruluşlarda geleceği yönelik politikalar üretilmesini önerdim, ama bugüne kadar herhangi bir çalışmanın yapıldığını ben şahsen tahmin etmiyorum.
Oysa bu kuruluşlara yeri gelince sosyal taraflar, Sosyal Sigortalar Kurumu bize aittir diyebiliyorlar. Evet, ben de söylüyorum, Sosyal Sigortalar Kurumu, işçi ve işverenlere aittir; ama kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri bir kurumun üzerine titremeleri ve bu kurumun sorunlarına her zamankinden daha fazla sahip çıkmaları gerektiğine inanıyorum.
Bakın, kurum, 1945 yılında bir yasayla kuruluyor, yürürlük tarihi 1.1.19946; o tarihte kurumun yürürlüğe giren yasasının 1 inci maddesinde kurumun İdarî ve malî açıdan özerk olduğunu söyleniliyor. 1996 yılında kurumun özerkliğinin yeterince sağlandığını veya 1946’daki özerkliğinin 1996’da olduğuna inanmıyorum. 1946’da kurum, çok daha özerkti, kararlarını çok daha bağımsız, daha rahat alabiliyordu, ama 1996 yılında kurumun kendi bünyesinde karar alma süreci aşağı yukarı tümüyle sona ermiştir. Bütün karar süreçlerini, devletin diğer organlarıyla beraber almak zorundadır. Onlar izin vermedikleri takdirde kurumun tek başına karar alma olayı aşağı yukarı bitmiş durumdadır, personelinden yatırımlarına kadar süren çizgide bunu görüyorsunuz.
Bunlar olurken mesela sosyal tarafların sorumluluğu yine vurgulamak açısından ifade edeyim: Daha önceleri kurumun genel kurulu, yani bu kurumun bir yönetim kurulu var ve bu yönetim kurulu tarafından yönetiliyor. Kurumun genel kurulu ibra organı durumundadır, yani kurumun 3 yılda bir veya yılda bir yapmış olduğu uygulamalar, yılın sonunda toplanan genel kurul tarafından ibra edilirdi. Evet, yönetim aklanır veya aklanmaz. Bu daha kurumun elinden alınmıştır. Şu anda bizim ibra organımız, Türkiye Büyük Millet Meclisi KİT Komisyonudur. Genel Kurulumuz var, üç yılda bir toplanıyor, ama sadece adı genel kurul; hiçbir yetkisi yok. Hiçbir yetkisi olmayan genel kurul da, herhaldesadece SSK’da var. Oysa kurumun 1946:da kuruluş amacı ve çalışma şeklinin çok daha farklı olması gerekirdi 1996’larda.
Kurumda yine yönetim sorununun olduğuna inanıyorum. Yani şöyle anlatayım izin verirseniz, kurumun yönetim kurulunda işçi, işveren ve işçi emeklileri temsilcisi var ve bunlar seçimle geliyorlar. Genel Müdür, 1 genel müdür yardımcısı, Hazine ve bakanlık temsilcisi atama yoluyla geliyor. Yani atama yoluyla gelenler fazla, seçimle gelenler az. Böyle bir yönetim içerisinde baktığınız zaman kurum yönetiminde mutlaka ama mutlaka tarafların temsilcilerinin o işin uzmanlarından seçilmesi gerekir, eğer o kurumun gerçek anlamda yönetilmesi isteniyorsa. Yani falan kişinin hatırına, biz, bu kişiyi SSK Yönetim Kuruluna seçelim demek yanlıştır. Doğru olması gereken, yine o kuruluşların temsilcileri olsun, ama o kuruluşların temsilcileri, o konuda deneyimi ve birikimi olan kişilerden kendileri birer temsilci seçsinler. Bunun getirdiği en büyük avantaj şu, yani bu şekildeki bir düşüncenin: Yönetim her hafta toplanıyor, her hafta alınan kararlar ve kurumun içinde bulunduğu durum, kurumun sorunları, meslek kuruluşuna yani taraflara en sağlıklı şekilde aktarılmış olur. Ama siz, oraya profesyonel bir kişiyi getirmediğiniz zaman o sorunları meslek örgütlerine sağlıklı aktarma şansı yoktur; olamaz da, zaten bunu somut bir şekilde de yaşıyoruz.
Kurumun yine yaşadığı en büyük sorunların başında şu geliyor. Geçmişteki değerli yöneticiler bu salonda anlattılar, tabiî, ben sadece birisine katılabildim. Bilemiyorum tabiî onlar siyasal etkilerden ne ölçüde etkilendiği konusunda bilgi verip vermediklerini; ama benim kendi genel müdürlüğüm dönemimde gördüğüm, kurulun siyasal etkilerden kurtulma şansı yok. Bugünkü yönetim içerisinde, bugünkü mekanizmalar içerisinde, bugünkü yasalar içinde kurumun siyasal etkilerden kurtulma imkânı yoktur. Eğer siyasal etkilerden kurtulamıyorsa, o zaman 1 inci maddesinde İdarî ve malî özerkliğin kaldırılması lazımdır. Artı, yönetim kurulunun da kaldırılması lazım. Buranın normal bir bakanlık genel müdürlüğü şekline dönüştürülmesi ve kararların o şekliyle alınması lazımdır.
Bunu şunun için ifade ediyorum: Ya doğrusu neyse onu yapalım veya yapmayacaksak, öbürünü zaten yapalım. Yani birbirimizi kandırmayalım. Şöyle mi olsun, böyle mi olsun, özerklik sunalım, ama onu her yönden bağlı hale getirelim. O zaman niye “özerk” diye yazıyoruz ki, yazılmasın. Yani açık ve net olması lazım, ya bu tarafta olması lazım veya öbür tarafta olması lazım kurumun yönetim tarzının.
Siyasal etkilerden kurtulamamasının tabiî ağır faturasını da ödemiştir kurum. Örneğin bu kurumdan sorumlu olan bakanlardan bazıları Yüce Divanda yargılanmıştır. Yine bu kurumun genel müdürlerinden hapishanede yatan vardır. Aşağı yukarı kurumda genel müdürlük yapıp soruşturma geçirmeyen yoktur. Peki, ama olay olduğu zaman tüm faturanın bürokrata kesildiği bir mekanizmanın doğru olmadığı kanısındayım. Eğer mekanizmalar sağlıklı işleyecekse, o zaman mesele yoktur.
Şunun için ifade ediyorum: Yasada görüntü olarak Sosyal Sigortalar Kurumu yönetimi tamamen özerk, her türlü kararı tamamen bağımsız alabiliyor; ama gerçekte öyle değil. Gerçekle, görüntü çok farklı. O halde gerçek neyse ya onu kabul edelim ya da görüntüyü gerçek hale dönüştürelim; bu iki tercihten birisinin Türkiye’de yapılması lazım ki, Sosyal Sigortalar Kurumu, kendi içinde bağımsız hareket edebilsin.
Diğer bir konu, eleştiri tabiî her zaman kolaydır. Baktığınız zaman dünyanın en rahat şeylerinden birisi eleştirisidir; ama öneri her zaman zordur, çözüm de zordur. Özellikle Sosyal Sigortalarla ilgili konularda çözüm çok zordur. Çünkü çözümünü önerdiğiniz olay, insanlara yasalarla vermiş olduğunuz bazı hakların geri alınması demektir; çözüm bu.
Örnek, emeklilik yaşı Türkiye’de 38-43; yasayla verilmiş. Şimdi siz bunu artırıyorsunuz; nasıl? Diyorsunuz, örneğin emeklilik yaşı 55 olsun, 60 olsun veya 65 olsun. Yasayla verdiğiniz bir hakkı geri alıyorsunuz.
Yine bir örnek, Türkiye’de kolay sigortacılık var. Dünyanın en kolay sigortacılık anlayışı Türkiye’de vardır. Şimdi bundan geri adım atacaksınız, nasıl yapacaksınız? Örneğin, diyeceksiniz ki, ben staj süresi getirmek istiyorum. Yani bugün sigortalı olan, yarın sağlık yardımından yararlanmasın. Ne zaman yararlansın? Örneğin 3 gün sonra, 5 gün sonra, altı ay veya bir yıl sonra… Verdiğiniz bu hakkı yine geri alıyorsunuz. Sosyal sigortacılıkla vermek çok kolay, getirisi çok fazla politik olarak. Almak çok zor, getirisi de ağır. Bu dengeyi batı çok iyi kurmuş durumda, hakkı verirken veya alırken dengeyi çok sağlıklı kurmak zorunda. Zaten sistem de aktüerya hesabı üzerine kurulu. Yani insan hayatı üzerine kurulu Sosyal Sigortacılık sistemi. Kişi kaç yıl yaşayacak, ondan siz kaç yıl prim alacaksınız, kaç yıl maaş ödeyeceksiniz… Bütün bunların hesaplarını yapmak zorunda ülke.
Bizde bırakın geleceğe yönelik hesap yapmayı; yarın sabah ne olacağını bilmiyoruz. Ama Uluslararası Çalışma Örgütü gelip mesela 2050 yılına kadar Türkiye’de sosyal sigortacılığın, yani SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığının, gayrisafî yurtiçi hâsılada ne kadarlık bir yük getireceğini hesap ediyor. Ama bu hesabı Türkiye’de biz yapamıyoruz. Yapacak zamanımız yok çünkü, ortamınız da yok.
O halde batının yaptığı gibi yapmak lazım. Oturmuş devletlerin hepsinde var bu. Yani sistemi kurarken çok sağlıklı kuruyorsunuz, ama en az Sosyal Sigortayla oynuyorsunuz. Böyle sosyal sigortacılıkta gidip meydanlarda söz verip ertesi günü emeklilik yaşını indirmiyorsunuz; indiremezsiniz zaten. Çünkü indirmenin faturası çok ağır ve o ağır faturayı şimdi biz ödüyoruz.
Bürokrat olarak tabiî bizim sorunlarımız var SSK’da bir yönetici olarak. Bu sorunları biliyorsunuz, her gün yaşıyorsunuz; ama çözme olanağınız yok. Çünkü çözün mekanizması siz değilsiniz’ çözüm yeri de siz değilsiniz. Neden çözemiyorsunuz? Çünkü uygulamalar, yani bu sorunların yüzde 90’ı yürürlükteki yasalardan kaynaklanıyor. O yasayı değiştirmek de sizin elinizde değil. Sizin değiştiremediğiniz bir yasa dolayısıyla, sizin tek başınıza kalkıp sorunu çözme şansınız yok.
Şimdi sosyal sigortacılıkta bir şey daha var: Deniliyor ki, efendim, Sosyal Sigortalar Kurumunun durumu çok iyiydi, bilmem son 5-6 yılda battı. Şimdi bunu söylediğiniz zaman hiç sosyal sigortacılığı bilmiyorsunuz demektir. Çünkü sosyal sigortacılık birden bire batmaz. Az önce söyledim, 1971’de batacağı söyleniyordu, dikkat edin. Çünkü hesabı bunun en az 50 yıllık bir periyoda dayanmak zorunda. 50 yıllık bir periyodla sizin yasal değişiklik yapmanız lazım. Siz bunu yapmıyorsunuz. Bakıyorsunuz, bugün sabahleyin para var, o halde şunu yapalım diyorsunuz, ama ertesi gün para olmadığını hep beraber görüyoruz; yanlışınız orada. O sağlıklı sistem içerisinde, sağlıklı bir zincir içerisinde sorunu ortaya koyup çözmek lazım.
Yine sosyal sigortacılıkta çok önemli bir nokta daha var: Sosyal sigortacılıkta kesin ve ani kararlar alınamaz. Yani siz, bir yasa çıkarıp yarın sabahleyin emekli yaşını 65’e çıkardım diyemezsiniz. Niçin? Adı üstünde sosyal sigortadır ve sosyal patlamalara yol açarsınız. Dönümüşün ve verilen hakların geri alınışının sağlıklı bir geri adım atma zinciri içerisinde, yani geriye doğru bir sağlıklı geçiş süreci içinde olması lazım.
Örneğin, batı, 65 yaşı, 67 yaşına çıkarırken birkaç yıllık periyod koyuyor, iki yaşla oynarken bile ve çok uzun bir altyapı çalışması yaparak buna geliyor. Ama dünyanın hiçbir ülkesinde 38 ve 43 yaş olmadığı için Türkiye’de bakalım ne olacak; yasa çıkacak mı?
Değerli arkadaşlarım, bizim 1991-1996 döneminde yaşadığımız sorunların başında genel müdür olarak kurumun sorunlarına yeterince zamanayıramamam geliyor. Çünkü mesaimin önemli bir kısmı günlük olağan rutin işlerle kaynayıp gidiyor. Nedir o günlük olağan işler? Telefon görüşmesi, zamanınızın yüzde 80’ini telefon görüşmelerine ayırmak zorundasınız. Bir yönetici düşünebiliyor musunuz, 8 saatinin yüzde 80’ini telefon görüşmelerine ayıracak, kalan yüzde 20’si ile 400 trilyonluk bir bütçeyi yönetecek… Mümkün değildir bu. Sağlıklı yönetim olur mu? Hayır. Mevcut yönetim sisteminin sağlıklı olmadığını biz de biliyoruz ve bütün bunlara rağmen, yani mesainizin yüzde 80’ini telefona ayırmış olmanıza rağmen yine de sizi arayan insanlar, sizi bulamadıkları zaman size sitem etme hakkına sahipler. Niçin, nasıl oluyor da Genel Müdür telefonlarımıza çıkmıyor… Zaman yok ki…
Ben, Genel Müdürlük dönemimde hiçbir zaman 8 saat çalışmadım, en az 10 saattir çalışma sürem. Ama bu şekilde şunu da söyleyeyim: 4 yıllık süre içerisinde bir haftalık tatil dışında tatil de yapmadım. Böyle bir sistem olabilir mi değerli arkadaşlarım? Böyle bir çalışma ortamı olabilir mi? Olmaz, doğru da değil. Sağlıklı hizmet veremezsiniz, sağlıklı üretemezsiniz; ama yapamıyorsunuz. Sorun çıkıyor. O sorunları aşmak için sistemi değiştirmeniz gerekiyor, yönetim sistemini değiştirmeniz gerekiyor. Nedir yönetim sistemi? O kadar sağlıksız bir yapı oluşturulmuş ki Sosyal Sigortalar Kurumunda, taşrada bozulan bir röntgen cihazının onarılması için Genel Müdürlükten izin alınacaktır. Düşünebiliyor musunuz, 400’ün üzerinde sağlık tesisinin olduğu bir kuruluşta her gün en azından oluşacak onlarca arıza yüzünden genel müdürlükten izin… Ve Genel Müdürlüğe bir yılda giren evrak sayısı 1 milyonun üstünde; kim uğraşacak bununla?
Oysa bütün dünyada yerinden yönetim anlayışı var. Hastaneler kendi içinde özerk olmalı, hastanelerin başında birer tane genel müdür olmalı. Bizim sadece bir hastanemizin bütçesi ve başhekiminin yönettiği bir hastanenin çoğu bugün bir genel müdürlükten büyüktür; ama orada bir başhekim vardır. Başhekim, ihale sistemini bilmez; çünkü tıp fakültelerinde okutulmuyor. Başhekim, nohut, mercimek, fasulye, domates alışıyla uğraşır; tıp fakültelerinde bunlar okutulmuyor. Başhekim, fuel-oil alışıyla uğraşır; başhekim, malzeme alışıyla uğraşır; başhekim, hastanenin temizliğiyle uğraşır; başhekim en sonunda sağlık işiyle uğraşır. Böyle bir sistem olur mu? Olmaz…
Oysa özel hastaneler var; bakıyorsunuz başında bir genel müdür var ve profesyonel bir yönetici. Başhekim ne yapıyor? Sadece ve sadece sağlık işiyle ilgileniyor. Sadece kendi eğitim alanı olan tıbbî alanla ilgileniyor; başhekim de mutlu, yönetici de mutlu… Ama bakıyorsunuz -müfettiş arkadaşlarım var burada- çoğu başhekimimiz ihaleden, şuradan buradan soruşturma geçirir, niye yanlışyaptın diye? Nasıl yapmasın ki adamcağız, bilmiyor ki nasıl olacağını. Kaldı ki, biz başhekim derken böyle deneyimi olan, 10 yıldır bu işi bilen bir kişi başhekim olsun diye de getirmiyoruz. Bakıyorsunuz, bir sabah birisi gidiyor, ertesi sabah birisi geliyor başhekimliğe. O, bu işleri biliyor mu, bilmiyor mu; kimsenin haberi yoktur bilip bilmediğinin. Böyle bir sistemi nasıl çözeceğiz?..
Şimdi belki çoğu arkadaşım yadırgayacaktır, yani nasıl sorunlar bu kadar büyük seslendirilmiyor diye. Aslında sorunlar, devletin aşağı yukarı bütün kesimlerinde var; yani bizim yaşadığımız sorunlar, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde de var, oralarda da yok değil. Ama bizim mutlaka bu sorunları aşmamız, seslendirmemiz ve aşmamız lazım. Aşılmadığı takdirde kaybeden yine biz oluyoruz; başkaları olmuyor. Yani hepimiz bu ülkede yaşadığımıza göre kaybeden yine biz oluyoruz.
Bürokraside benim gördüğüm bir husus var değerli arkadaşlarım. Bu, SSK’nın çok yoğun olarak yaşadığı bir olay: Bilgi birikiminin kuşaktan kuşağa, yani yöneticiler arasında aktarılmaması olayı. Sosyal Sigortalar Kurumunda bir genel müdürün ortalama görev süresi -ben hariç- 1 yıl 7 aydır. Şimdi 1 yıl 7 ay görev yapan bir genel müdür bu kurumu tanıyacak… Mümkün değil, zaten koltuğuna oturup etrafına bakıp Ankara’da ne oluyor dese 1 yıl 7 ay geçiyor. Ondan sonra bu kişi görevden alınıyor, bir başkası getiriliyor Genel Müdür olarak göreve. Hatta aynı bakan döneminde birkaç genel müdür gidip geliyor. Eğer askeri yönetimler olmasaydı bu 1 yıl 7 aylık dönem çok daha kısa olacaktı. Peki, böyle bir sistemi içerisinde siz, Sosyal Sigortalar Kurumunu yönetebilir misiniz? Mümkün değil.
Sonuçta ne oluyor, zarar gören kim? Zarar gören, kurumun kendisi. Sigorta hastanelerinde politik yansımalarını anlatayım size kurumun. Kurum, özerk bir kurum; ama o kadar özerk bir kurum ki, sigortalı olmayan yere hastane yapan bir kurum… Olmaz, yanlış bunlar. Nedir, demek anlaşılıyor ki, politik tercihler ön plana geçmiş durumda. Eğer siz, kalkıp da Kozaklı’ya hastane yaparsanız, Boyabat’a hastane yaparsanız, ama Ankara, İstanbul, Denizli gibi sigortalının yoğun olduğu yerlere hastane yapmazsanız, ne olur? Ankara hastanesinde hastalar üzüm salkımı gibi üstüste yığılır ve Sosyal Sigortalar Kurumu eleştirilir. Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinde böyle, ama onun kabahati SSK yöneticilerinde değil ki…
Bir olay daha anlatayım değerli arkadaşlarım: Basın mensubuarkadaşlarımız da hazır buradalarken biraz da onlara sitem edelim. Şimdi geçenlerde SSK hastaneleriyle ilgili çok şikâyet yer aldı basında. Şikâyet yer almasından da hiçbir zaman alınganlık göstermedik, tam tersine, eleştiri geldiğizaman da onları değerlendiririz, hatamız varsa da, süratle düzeltmeye çalışırız; ama gerçekten basının kendi deyimiyle yargısız infaza da tabi tutuluyoruz. Örnek vereceğim:
Kolu kesilen bir sigortalımız vardı Okmeydanı Hastanesinde. Bana o zaman, İstanbul’a gittiğim de basın mensubu arkadaşlar sordular ve benim ne tür bir cevap vereceğimi merak ediyorlardı, ben de gayet doğal bir şekilde “Bu arkadaşımızın yerinde ben olsam, hemen gider mahkemeye tazminat davası açarım ve tazminat davası açması da lazım. Hata varsa, bu hatayı da-Sosyal Sigortalar Kurumunun ödemesi lazım” dedim. Doğru olması gereken de bu; bu düşüncemden de hâlâ vazgeçmiş değilim. Ama öyle bir hale getirildi ki, sanki bütün SSK hastaneleri böyle. Artık el insaf!.. Yani hata sadece SSK hastanelerinde olmuyor ki, Amerika Birleşik Devletlerindeki hastanelerde de hata var, bizde de hata var; çünkü doktor da bir insan, o da hata yapabilir. Tabiî ideal olanı hiç hata yapmaması, ama hata yaptığı zaman, tazminatını ödeyelim, ama yani, bunun bütün SSK doktorlarına veya SSK hastanelerine mal edilmesi yanlıştır. Kaldı ki, bu kişi sigortalı da değil. Babasının kahvesinde çalışmış olmasına rağmen sigortalı da değil. Hasta olduktan sonra kendisini sigortalı yaptıran bir kişi. Biz, onu da sineye çektik, “önemli değil, biz bakalım, tazminatı da biz ödeyelim” dedik; ama öbür türlü bir infaz bizi rahatsız ediyor.
Yine Trakya’da küçük bir çocuk -sürekli olarak televizyona da çıkıyor- ısrarla hâlâ Yüksek Sağlık Kurulunun hata olmadığını raporunda belirtmiş olmasına rağmen hâlâ televizyon kanalında “SSK hastanesinde yapılan yanlış uygulamadan” deniliyor; neresini düzelteceksiniz, mümkün değil ki… O doktorun psikolojik olarak yaşadığı sorunları düşünün, çocuğun yaşadığı sorunları düşünün ve SSK hastanelerine bunun mal edilmesini düşünün.
Oysa ben, şunu iddia ediyorum: Gerçekten Türkiye’de birçok ilk, SSK hastanelerinde yapılmıştır. Ameliyatlar dahil, tedaviler dahil, birçok ilki yapmışızdır biz. Ama bizim en büyük zaafımız ayaktan tedavidir. Ayakta tedavi olacak hastayı getirip binlerce kişiyi aynı hastanenin içine yığdığınız zaman olmuyor. Bir Okmeydanı hastanesine giren çıkan sayısı bir günde, bir ilçe nüfusundan fazla.
KİT Komisyonunda sordular, “SSK hastanesi, niçin Bayındır Hastanesi gibi olmuyor? Orası gibi niye yapmıyorsunuz?” dediler. Kendilerine şunu söyledim: O hastane gibi yapma şansımız yok, çünkü bize sigortalılar parasız tedavi oluyorlar. Eğer 300 milyona bir doğum olacaksa, biz Bayındırı ikiye katlarız, yani çok daha güzelini yapabiliriz. Artı ben onlara şu öneriyi de yaptım: isterseniz bizim Dışkapı Hastanesine gelen hastaları bir günlüğüne BayındırHastanesine gönderelim, ertesi günü bakalım Bayındır Hastanesi nasıl oluyor. Yani ona rağmen yine biz ayakta duruyoruz.
Değerli arkadaşlarım, tabiî sistemi örnek verilirken, örnek eşdeğerde olmuyor. Eşdeğerde örnek verildiği zaman gerçekten her şeye rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen güzel şeyler yaratmaya çalışıyoruz. Ama bakım, size şunu da söyleyeyim: Dışkapı Hastanemizde hastalar, üzüm salkımı gibi, sabah görüyorsunuz bunu; ama Etlik’te 400 yataklı hastanemiz 2 yıldır boş duruyor, açamıyoruz. Niçin? Biz, özerk kuruluşuz, İdarî ve malî özerkliğimiz var, eleman alıp hemen istihdam edebiliriz (!) Yapamıyoruz, çünkü o 1946’lardaydı. 1996’larda tasarruf genelgesi var, iki yıldır-o hastaneyi boş tutuyoruz.
KİT Komisyonunda ben şunu önerdim, “Bize hiçbir şekilde yatırım yaptırtmayın, bir karar alalım, yatırım yapmayalım. Yatırım yapıyorsunuz, yazık, günah, bu hastaneler boş bekliyor. Bu da ulusal servet, yani bu kaynak, öyle dışarıdan gelen bir kaynak da değil. Kendi işçi ve işverenimizin yarattığı kaynak. Bu kaynağı yaratıyorsunuz, ama o kaynağı çürümeye terk ediyorsunuz; bu yazık” dedim. Bunun da düzelmesi lazım.
1991-1996 döneminde yaşadığımız sorunlardan bir diğeri, bu dönemde biz, tasarı maratonuna çıktık değerli arkadaşlarım. Hazırladığımız tasarılar herhalde 60-70’i bulmuştur, kanun hükmünde kararnameler ve yasa tasarıları… Fakat köklü çözüm üretecek bir tasarıyı Parlamentoya sunma ve Parlamentodan geçirme şansımız olmadı. En büyük idealimiz, bu yöndeki çalışmaların amacına ulaşması ve bunun Parlamentodan geçmesidir.
Şimdi sorunlarımız derinleştikçe aslında bir anlamda seviniyoruz; niçin? Derinleşen sorunlar, çözümü yakınlaştırıyor da ondan. Eğer bizim açığımız bu yıl 201 trilyon, sessiz kalınırsa seneye 450 trilyon; sessiz kalınma şansı yok… Ondan sonra çok daha büyüyecek. Biz, o açıdan sürekli olarak ve her ortamda söylüyoruz, Sosyal Sigortalar Kurumunun yasasının öncelikle, ivedilikle mutlaka çıkması lazım ve çıkarken de yine sosyal tarafların şunu kabul etmeleri lazım: Bana göre mezarda emeklilik kavramına fazla sarılmamaları lazım sosyal tarafların. Bu kadar derinleşen sorunlar, bana göre ucuz sloganlarla geçiştirilmemeli. Onlar da kendi sorumlulukları içerisinde tartışmalılar, onlar da öneri getirmeliler. Yani sadece ve sadece ben istemem diye ortaya çıkmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Eğer sosyal taraflar, bizim tarasılarımıza destek verirlerse, o zaman sistem, bana göre çok daha rahat kurulmuş ve kurtulmuş olur. Sosyal taraflar eğer sorumluluk anlayışıyla yaklaşmazlarsa veya böyle bir yaklaşım göstermezlerse, Parlamentodan bu tür yasaların geçmesinin güçlüğü var. Parlamentodan bu tür yasalar geç çıkınca ne olacak? Bugün ayda 10 milyonlira emekli maaşı alan kişinin, maaşında bir artış beklemesi için, reel anlamda bir artış beklemesi için bir dahaki seçim dönemini beklemek zorundadır; bunun başka seçeneği yok çünkü. Siz, kalkıp yüzde 200’le, yüzde 300’le borçlanacaksınız, maaş ödemek için… Dünyada bu kadar lükse dayanan bir ülke yoktur. Mutlaka ama mutlaka bunun önlenilmesi lazımdır.
Emeklinin insanca yaşayabileceği bir maaş alabilmesi için SSK ile ilgili düzenlemelerin oturulup sıfırdan, yeni baştan ele alınması lazımdır.
Benim özet olarak ifade edeceklerim bunlar, eğer sorular gelirse yanıtlamaya hazırım.
Teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN- Efendim, Sayın Kılıçdaroğlu’na çok teşekkür ederiz.
Şimdi sîzlerin katkılarınız, sorularınız varsa, onları rica edeceğiz ve böylece bugünkü oturum değerlenmiş olacak.
Sizler sorularınızı hazırlarken ben tahmin edersiniz Sayın Kılıçdaroğlu’yla bu konuların görüşüldüğü bir toplantıda bir arada bulunmuyoruz, daha önce de çeşitli vesilelerle bir arada olduk bu kriz çerçevesindeki tartışmalar bağlamında. Oradan hareketle ben Sayın Kılıçdaroğlu’nun, burada işaret ettiği sorunlardan bir tanesini, bir yönüyle sanki yanlış anlaşılmaya müsait şekilde ortaya konulmuş tehlikesi var gibi bir izlenime kapıldım. Çünkü o noktada Sayın Kılıçdaroğlu’nun görüşlerinin başka vesilelerle ifade edildiğine tanık olduğumda, onları hatırladığımda, birleştirdiğimde farklı sonuca varmak mümkün olabiliyor. Özetle, o da şu:
Kurumun sorunları söz konusu olduğu vakit, Kemal bey burada pekçok şeye işaret etti; fakat bunlar içerisinde ağırlıklı olarak siyasî iktidarın müdahalelerinin önemli bir unsur olarak belirlenmesi gibi bir sonuç ortaya çıktı. Oysa bir oturumda bu konuyu çok gündeme getiren bir konuşmacıya yanıt olarak kendisi, böyle soyut olarak siyasî iktidar müdahalesinden şikâyet etmeyelim, çünkü sorunun çözümü neticede hükümetle birlikte olacaktır. Yanlış siyasî iktidar müdahalesi esasında altı çizilmesi gereken noktadır. Tabiî bunun, bu şekilde ortaya konulmaması halinde sanki demokrasiden bir kuşku mu var sorusu gündeme gelirdi. O zaman siz, müdahalelere açıklık getirmişsiniz. Belki gerek yok, ama onu burada ben hatırlatmak görevini yerine getireyim istedim.
KEMAL KILIÇDAROĞLU – Tabiî sorunları çözecek olan mutlaka Parlamento ve Parlamentonun dışında da zaten çözüm arama gibi bir düşüncemiz de olamaz zaten. Biz, SSK olarak bizim düşündüğümüz,sorunlarımıza daha fazla İlgi gösterilmesini ve sorunlarımızın bir an önce çözülmesini istiyoruz. Yani yoksa, başka bir yerde çözüm aramak gibi bir düşüncemiz yok.
BAŞKAN- Evet, Türkiye’nin dışına hiçbir kurumun çıkması mümkün değil. Elbette ki, siz de o düşüncede değilsiniz. Soyut bir siyasî müdahale değil karşı çıkmamız gereken, yanlış siyasî müdahale…
KEMAL KILIÇDAROĞLU – Efendim, kurumların, politikanın dışında tutulma şansları yoktur; hangi kurum olursa olsun. Burada ben özerklikten bahsederken, yani SSK istediğini yapsın, hiç kimse müdahale etmesin anlamında bir özerklik kavramı değil. Özerklik kavramı, kurumun kendi içinde, kendi sorunlarıyla ilgili kararları alırken özerk olması. Yoksa, mutlaka, ama mutlaka devletin denetimi altında olması lazım. 400 trilyonluk bir bütçenin kamu denetimi, devlet denetimi dışında düşünülmesi mümkün değil ve doğru da olamaz. Mutlaka onun birden fazla kanal tarafından denetlenmesi, gözden geçirilmesi, sorgulanması çok çok önemlidir.
BAŞKAN- Evet efendim, dinleyicilerden sorular ve katkılar varsa alalım?.. Buyurun.
HALUK ŞAHİN (SSK Sağlık Dairesi Başkanı)- Sayın Genel Müdürümün açıklamalarını dikkatle dinledik. Aslında biz, bu sorunları Sayın Genel Müdürümüzün belirttikleri gibi her gün yaşıyoruz. Ama toplumsal tarih tanıklığı adı verilen bu konferans dizisinin özellikle kayda alındığını da dikkate alarak ileride değerlendirilmek üzere Sayın Genel Müdürümüzün bazı görüşlerinin burada açıklanmasının yararlı olacağını düşünüyorum ve Sayın Genel Müdürüme bir soru sormak istiyorum.
Demin değindikleri gibi, kurumun vermiş olduğu hizmetler içinde en fazla eleştiri alan dallardan bir tanesi sağlık hizmetleri. Aslında biz, gerçekten Türkiye’de sağlık alanında Sağlık Bakanlığından sonra en geniş sağlık örgütüne sahip kurumuz ve gerçekten Türkiye’nin üçte biri gibi çok büyük oranda bir vatandaşımıza sadece sosyal sigortacılık değil, sağlık hizmeti de sunuyoruz.
Bunun yanında kurum, gerçekten büyük bir sosyal regülatördür. Birçok patlamayı önleyen büyük bir regülatördür. Ama yine de eleştirilerden kurtulamıyor.
Bilindiği, kurum, sağlık hizmetine kendi isteğiyle girmemiştir, bazı zorunlulukların sonucu olarak girmiştir ve buraya kadar gelmiştir. 1951 yılında başlayan hastane işletmeciliği, bugün 114’ü yataklı, 481 sağlık tesisindesürmektedir. Bu boyuta gelmiş bir sağlık hizmetiyle ilgili olarak Sayın Genel Müdürüm, siz, sosyal sigortacılığı çok iyi bilen bir kişi olarak, kurumun, bu sağlık hizmetini vermesi gerekli midir değil midir? Vermesi gerekirse ne boyutlarda vermelidir? Eğer vermesi gerekli değilse ne yapılmalıdır? Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz efendim?
Teşekkür ederim.
VESİLE KIZIL (Maliye Bakanlığı Devlet Bütçe Uzman Yardımcısı)-
Şimdi beyefendinin sorusuyla da paralel olacak zannediyorum.
Sosyal Sigortalar Kurumunda prim sistemi esastır. Prim sistemi de çeşitlidir: Sağlık, emeklilik, ölüm vesaire gibi. Ben, çalışma yaptığım sürede bilgi aldığım kadarıyla alınan bütün bu kesintiler, primler bir havuzda toplanıyor ve bu havuzdan dağılım yapılıyor. Şimdi bağlantı kurmak gerekirse, sağlık için alınan primler, sağlığa kanalize edilmiyor anladığım kadarıyla ve tüm primler, bir havuzda toplandıktan sonra harcamaya yöneliyor. Bu konuda da sizden açıklama istiyorum, bu konuda önerileriniz var mı?
Teşekkür ederim.
FERDAN AYDAŞ (SBF Çalışma Ekonomisi 4. Sınıf Öğrencisi)- Son dönemlerde denetimsizlikten kaynaklanan gider, SSK”nın yönetim giderlerini aşabilecek boyutlardadır. Denetimin sıklaştırılması, nitelik ve nicelik olarak uzman kişilere gereksinim gösterdiği halde, siyasîlerin bunu görmek yerine, özelleştirmeyi ifade etmelerini, sosyal devlet açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teşekkür ederim.
UĞUR ÜNAL (SBF Çalışma Ekonomisi Son Sınıf Öğrencisi)- Benim sorum SSK’nın açıkları üzerine.
Şu anda SSK, primlerini ortalama günlük ücretten alıyor ve ücret artışları Türkiye’de enflasyonun altında kalıyor, dolayısıyla primler de enflasyonun altında kalıyor; ama buna rağmen sağlanan parasal yardımlar aynî hizmetler, diğer mal ve hizmetlerin hepsi enflasyonla artıyor. Yani en kadar açık gidermeye çalışırsak çalışalım, ortada görülmekte olan bir açık var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Sağ olun.
CİHAN ÖNAKIN (SSK Genel Müdürlük Başmüfettişi)- Son
zamanlarda tartışılan konulardan biri de özel sigortacılık; yani bugün sosyal güvenliği bir anayasal görev olarak üstlenmiş Sosyal Sigortalar Kurumunun, bazıfonksiyonlarının veya bazı hizmetlerinin veya genel olarak sosyal güvenlik kavramında bir özel sigortacılık mevzuu tartışılıyor. Acaba, bu fonksiyonların veya genel olarak bazı bölümleri itibariyle özel sigorta tarafından karşılanması gibi bir tartışmaya Sayın Genel Müdürümüzün bakış açısını öğrenmek istiyoruz.
Teşekkürler.
KEMAL KILIÇDAROĞLU – ilk soru olan, “Kurumun doğrudan sağlık hizmetini nasıl karşılıyorsunuz” sorusu oldukça zordur diyebilirim. Ancak, şahsî kanaatim, biz bir sosyal sigorta kuruluşuyuz, yani sağlık kuruluşu ‘değiliz. Başlangıçta Sosyal Sigortalar Kurumunun sağlık hizmetlerine girmesinin temelinde Sağlık Bakanlığının, Türkiye’de sağlığa kaynağı ayıramamasından kaynaklanmıştır ve o kadar ki, ilk hastane yapımı başladığı yıllarda, yani 1950’Ierde SSK’nın sağlığa ayırdığı bütçe, Sağlık Bakanlığı bütçesinden fazla. Çünkü para çok ve bu kaynakları sağlığa ayırmış durumda. Ancak, bugün için birden bire sistemden çekilmesi de çok ciddî sorunlar yaratır; hatta mümkün değildir diyebilirim. Çünkü özel hastaneler daha henüz Türkiye’de gerek yatak kapasitesi olarak gerek baktıkları hasta grubu olarak bu yoğunluğu kaldırabilecek durumda değillerdir. Ama zaman içerisinde sağlık hizmetinin mülkiyeti Sosyal Sigortalar Kurumunda kalmak koşuluyla sağlık hizmeti, özel kılınmış sağlık işletmeleri tarafından verilebilir. Mülkiyet SSK’da olmak kaydıyla özerk sağlık işletmeleri tarafından verilebilir. Yani bağımsız geliri, gideri ve bütçesi olacak; başında yöneticileri ve bir yönetim kurulu olacak ve kendisi, normal bildiğimiz özel hastaneler gibi o mantıkla, o çerçevede, hizmet verecek ve SSK da protokolla, pazarlıkla ister üniversite hastanesi, ister devlet hastanesi, isterse bu sağlık işletmeleri olsun, hizmet satın alabilir diye düşünüyorum. Bunun Türkiye’nin koşullarına da en uygun çözüm olduğuna ben şahsen inanıyorum.
Vesile hanımın sorduğu soru, sağlık için alınan primler tek havuzda toplanıyor şeklinde. Yani havuzumuz bankalar, yani özel bir özel kasamız yok. Bütün bankalarda bütün sigorta dalları için bu paralar toplanıyor, birikim olmadığı için özel olarak şu kadarı şu sigorta dalına, şu gelir şu sigorta dalına ayrılmıştır diye bir kasalar sistemi uygulaması yok. Toplanan parayla, yaptığımız harcamaları karşılıyoruz, hastanelerin bütün masraflarını karşıladıktan sonra emekli maaşı ödüyoruz. Artı, ayda yaklaşık 10-11 trilyonluk bir açığı da Hâzineden alıyoruz.
İdeal olan şu tabiî: İdeal olan, her bir sigorta dalının gelirinin ve giderinin belirlenmesi ve her bir sigorta dalının kendi artılarının değerlendirilmesi. Ama bu ideali bugünkü koşullarda bulma şansımız yok, ama kâğıt üzerinde var.Bilançolarımız ve diğer çıkan hesaplarda her bir sigorta dalının geliri ve gideri yer alıyor.
Bir diğer arkadaşımız, denetimin sıklaştırılması nasıl olabilir, kaçak işçiliğin önlenilmesi nasıl olabilir dedi eğer yanlış anlamadıysam.
Şimdi tabiî bu çok enteresan bir konuyu aklıma getirdi; onu size daha önce aktaramadım. Şimdi kurum, daha önceleri sigorta müfettişi istihdam ediyordu, fakat 1983’te bir kanun hükmünde kararnameyle kurumun sigorta müfettişi istihdam etmesi ortadan kaldırıldı, kaldırılıyor ve yaklaşık san’ıyorum 1993 yılına kadar, yani on yıl kurum, denetim elemanı alamadı. Alamayınca da, bu kaçak işçiliği denetleme olanağı ortadan kalkıyor. Gerçi olsaydı ne olurdu? Olsaydı yine bir şey olmayacaktı; çünkü mevcut yasada denetim elemanının, işverenin kayıtlarına bağlı olarak rapor yazacağı öngörülmüştür. Yani gidip de inşaata bakacak, 5 katlı inşaat 1 işçiyle bitmiş, işte bordrom, işte defterim… Denetim elemanının buna itiraz etmeye hakkı yoktur yasaya göre. Böyle bir sistem olursa ve bu sistem çıktığı zaman, yasalaştığı zaman dahi sosyal taraflar itiraz etmiyorlar, “yahu nereden çıkardınız, biz buna itiraz edelim” demiyorlar. Çünkü sigortasız olarak çalışacak kişiler, en azından bizimle beraber ya kol işçisi veya düşünce işçisi bu insanlar, ama daha itiraz edilmemiş.
Kaçak işçiliğin bizim açımızdan ve devlet açısından yarattığı sorunlar ve tehlikeler var. Onları hemen üç başlık altında toplayabiliriz:
Bunlardan ilki, SSK açısından gelir kaybı, Maliye açısından vergi kaybı.
İkinci büyük boyutu, -SSK açısından buna belki toplumsal boyutu da diyebilirsiniz- kişi, sigortasız çalıştığı zaman, kişinin sadece kendisini değil, bakmakla yükümlü olduğu eş ve çocukları dahil olmak üzere geleceğini ipotek altına alıyorsunuz. Yani kişi, ileride emekli maaşı alamayacak, hastalandığı zaman hastaneye gidemeyecek, çocukları gidemeyecek, annesi-babası gidemeyecek… Böyle ağır sonuçları olan bir uygulama…
Üçüncüsü ve en tehlikelisi de şu değerli arkadaşlar: Sistem, kaçak işçiliği özendiren bir sistem. Düşünün şimdi milyonlarca kişi kaçak çalışıyor ve siz seçime gidiyorsunuz. Birisi çıkıyor diyor ki, “bana oy verirseniz, ben sizi borçlandıracağm, hepinizi sigortalı yapacağım” O ne demek? O da işte SSK’nın iflası demektir. Son ve en tehlikeli nokta… O açıdan sistemi baştan yakalamak lazım. Yani işçiyi çalışırken sigortalı edecek mekanizmaları kurmanız lazım. Aksi halde milyonlarca kişinin sigortasız çalıştığı bir ülkede, hiçbir politikacı bunu görmezlikten gelemez; gelmeye de hakkı yok zaten. O insanları, şu veya buşekilde sigortalı yapmak zorunda. Ama onun getirebileceği riskler, ekonomik büyüklükler ne olur; onu tahmin dahi etmek istemiyorum.
Ücret artışlarının enflasyonun sürekli altında olduğunu ve sistemin kurtulup kultulmayacağını veya böyle bir sistem içinde sosyal sigortacılık nasıl olabilir şeklinde bir soru geldi bir öğrenci arkadaşım tarafından.
Enflasyonun olduğu bütün ülkelerde, hele bizim gibi 60’lara, 70’lere veya bazen üç rakamlı boyutlara çıktığı ülkelerde sosyal sigortacılık bizatihi zaten ayakta duramaz. Çünkü sizin, -gelirlerinizi değil- gelirleriniz sınırlı kalacak, ama giderlerinizi kontrol etme şansınız yok. Örneğin bugün biz, ilaç harcamalarımızı kontrol edemeyiz. Neden? Çünkü ilaç fiyatlarını biz belirlemiyoruz da ondan. Enflasyonun üzerinde seyreden bir ilaç fiyatı düşünün bir de öbür tarafta sürekli azalan bir geliri düşünün; iki makası bir araya getirme şansınız yok. Tabiî enflasyon çözümlenirse, sadece SSK’nın değil, ülkedeki pek çok soruna kaynaklık yapan problemlerin önüne geçilmiş olur diye düşünüyorum.
Son bir soru vardı, özel sigortacılık ve bizim sunduğumuz bazı hizmetlerin özel sirgorta kanalıyla karşılanıp karşılanamayacağı yönünde. Özel sigortacılığın şahsen özendirilmesi ve yaygınlaştırılmasından yanayım. Hatta bunun bir tamamlayıcı sigortacılık olmasından yanayım. Ama, özel sigortacılık, hiçbir zaman sosyal sigortacılığın yerini tutamaz. Dünyanın hiçbir ülkesinde de sosyal sigortacılık, tümüyle özel sigortacılığa endekslenmemiştir. Sosyal sigortacılığın -adı üzerinde zaten başında sosyal sözcüğü vardır- aileden bir kişi prim öder, ama bütün aile aynı hizmetlerden yararlanır. Artı, sosyal sigortacılığın reasüransı devlettir, yani batma, iflas etme şansı yoktur; sürekli olarak devlet katkısı vardır bütün ülkelerde gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun. Özel sigortacılıkta böyle bir şey yoktur, onların ayrı bir reasürans şirketi vardır. Yanlış hatırlamıyorsam merkezi Cenevre’de olması lazım ve böyle bir ayrıcalığı vardır özel sigortayla sosyal sigortacılığın.
Özel sigortacılıkta herkes prim öder ve prim oranları biraz daha yüksektir, rakamlar biraz daha yüksektir. Gönüllü sistemdir özel sigortacılık, ama sosyal sigortacılık zorunludur, herkes yasalara göre sigortalı olmak zorundadır eğer koşulları tutuyorsa; böyle bir durum var. Ama özel sigortacılık, hiçbir zaman sosyal sigortacılığın yerine tutmaz, ayrı bir yeri ve konumu vardır. O ayrı yeri ve konumunu korumasından yanayım, gelişmesinden yanayım. Sosyal sigortacılığın, özel sigortacılığa göre pek çok alanda farklılıkları var.
BAŞKAN- Efendim, teşekkür ederiz.
Bu grup sorular böylece yanıtlanmış oldu. Başka sorular, başka katkılar varsa rica edelim?..
Buyurun efendim.
Doç. Dr. ÖMER ÇAKMAKÇI (SSK Sağlıktan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı)-Saygıdeğer Genel Müdürümüzün sağlıkla ilgili konuşmalarına izin verirlerse ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Gerçi Sağlık Daire Başkanım beklediği yanıtı almıştır, ancak özellikle Sosyal Sigortalar Kurumundaki sağlığa girdiğiniz zaman Sayın Genel Müdürüm, özellikle iyileştirici hekimlik açısından üstüne düşen görevi yerine getirmesi anlamında yapması gereken şeyler belirttiler.
Ancak ben, burada özellikle bir noktaya daha temas etmek istiyorum; o da koruyucu hekimlik hususu. Şimdi SSK’nın elbette yasasının değiştirilmesi, yeniden bir yapılanmaya, örgütlenmeye girmesi, hepimizin bir temennisi. Ki, bu dilek ve temennilerin arasında sigortacılığın ve sağlığın da ayrı iki genel müdürlük gibi mütalaa edilip ele alınması dileklerimiz var.
Ancak, bununla beraber SSK’nın, sağlığa bakışı, yani sağlığa yaklaşımındaki felsefede de bazı değişikliklerin olması veyahut da şu anda çok hırıltı şeklinde de var olan, uygulamaya konulan toplum hekimliği felsefesi yaklaşımının biraz daha altı çizilerek, biraz daha kapsamlı bir şekilde yaşama geçirilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Çalışmalarımız da zaten kurum olarak bu şekilde devam etmektedir.
Nitekim, 506 sayılı Yasaya baktığımızda özellikle çalışanların sağlığının korunmasına yönelik bir dizi müeyyide, bir dizi maddeyle 114, 124, 130 gibi birtakım maddeler, kurumumuza işe girişten tutun da, işçinin sağlığının korunması, ilaveten iş kazalarından ve meslek hastalıklarından korunmasına dair bir dizi yükümlülükler zaten getirmektedir.
Nitekim çalışanların, özellikle iş kazası, meslek hastalıkları yönünden bakıldığında rakamlar çok korkunç örneğin, 92 binin üzerinde meslek hastalığı, aşağı yukarı 1 200’ün üzerinde iş kazası ve 1 100 hatta daha fazla civarında ölümle sonuçlanan iş kazası mevcut bugün. Şimdi hal böyle olunca biz, özellikle sağlık hizmeti verdiğimiz kesimin profilini çok iyi bilmek durumundayız.
Kaldı ki, gerek bizim yasamız, gerekse Hıfzıssıhha Kanunu ve İşçi Sağlığı İş Güvenliği Tüzüğü, en az 50 işçi çalıştıran işyerlerinde işyeri hekimi bulundurma mecburiyeti getirmektedir. Biz, ülkemizdeki işyerlerini irdelediğimizde bu sayının 10 bin civarında olduğunu görmekteyiz. Bu 10 bintane işyeri, özellikle toplum hekimliği anlamında, yani koruyucu sağlık hizmetleri bağlamında ve birinci basamak sağlık hizmetleri anlamında çok önemlidir. Biz, mutlaka önümüzdeki dönemde kurum olarak bu olanağı değerlendirmek durumundayız. Çünkü bizim anladığımız ve misyonumuzun gereği olarak ilgili olmamız gereken sağlık anlayışı, sadece tedavi edici ve esenlendirici, yani rehabilitasyon hizmeti olmamalı, biz korumayı, tedaviyi, esenlendirmeyi ve bunun da ötesinde sağlığı geliştirmeyi de hedef olarak koymalıyız. Çünkü 25 milyona hizmet veren bir kurumuz. Bizim hem prim aldığımız sigortalılara hem de ülkemize böylesine çok önemli bir görevimiz vardır, bir fonksiyonumuz vardır ve bu, mutlaka yerine getirilmelidir.
Son olarak bir hususu daha arz etmek istiyorum: Konuşmamda hep çağdaş sağlık anlayışından bahsediyorum. Ancak çağdaş sağlık anlayışı, çok pahalı teknolojiyle hizmet sunmanın olanaklarını sürekli aramak anlamında da anlaşılmamalıdır. Aslolan, toplumda çok görülen, çok işgücü kaybına neden olan, çok sakat bırakan ve çok öldüren hastalıkların üzerine gitmektir. İşte bu tür hastalıkların yüzde 90’ı zaten birinci basamak sağlık hizmeti dediğimiz istasyon dispanserler veya sağlık ocaklarında veya işyeri sağlık birimlerinde zaten çözümlenebilmektedir. Geri kalan yüzde 10’u ancak ve ancak yataklı tedavi kurumlarını gerektirmektedir.
Ben, şunu demek istiyorum: Çok pahalı teknolojiyi kullanmakla biz, halkımızın ve sigortalının sağlığına çözüm getirmek yerine daha az para harcayarak, daha realitelere uygun, daha sorunu çözücü şekilde ona yaklaşmak durumundayız. Nitekim, hepinizin bildiği gibi Amerika’nın sağlığa harcadığı kişi başına 3 bin dolara rağmen bugün, aşağı yukarı geldiği noktada Mozambik’le, Angola’yla birlikte aynı kategoride mütalaa edildiğini hepimiz biliyoruz ki, bu gruba Fransa da dahildir. Oysa ki, bir Çin, çok daha az para harcamıştır, ama aldığı sonuçlar -Dünya Bankasının raporlarında da belirtiliyor- çok daha iyidir bir Amerika’ya nazaran. Biz bir taraftan kurum içindeki sağlığa yaklaşımımızı belirlerken, öte yandan da ülkenin genel sağlık sorunlarına da belli yaklaşımlar kurmak durumundayız. Bu, kurumumuzun hem hakkıdır hem görevidir hem de kurumumuzda bu anlamda, insan öğesi anlamında, bilgi birikim anlamında da gerekli öğeler vardır; ben onu özellikle vurgulamak istedim.
Teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için.
FAHRETTİN UNSUR (SSK Genel Müdürlük Başmüfettişi)-
Değinilmediği için kurumda istatistikle ilgili soru sormak istiyorum. Tabiî geleceğe dönük, gerçekçi yasalar hazırlamak veyahut programlar yapmak, gerçekçi verilere dayandığı zaman daha sağlam neticeler verdiği kanaatindeyim.
Şimdi kısa vade sigorta kollarından somut örneklerle gitmek istiyorum. Bizim Dışkapı Hastanesi belki trilyon harcıyor, bir tane istatistik uzmanımız yok veyahut elde edilen istatistiklerin de çok sağlam olmadığını biliyoruz. Uzun vade sigorta kollarından mesela yaş hadlerini ortadan kaldıran kanun, kuruma ne gibi artı yük getirmiştir? Artı olarak kaç kişi emekli olmuştur veya kaç liralık bir maliyet getirmiştir. Bu da tabiî sağlam verilere dayandığı zaman veya kurumun kurtarılması yönünde -basındaki tabiriyle söylüyorum- birtakım Dünya Bankası destekli olarak ILO raporlar hazırladı. Bu raporlardaki öngörüler ne, kadar gerçekçidir, hata oranı nedir. Kurumun istatistiğe bakış açısı nasıldır?
Bunu sormak istiyorum.
Doç. Dr. GÜRHAN FİŞEK (Siyasal Bilgiler Öğretim Üyesi)- Ben, emeklilik yaşıyla ilgili sormak istiyorum.
Varsayalım emeklilik yaşı 58’e yükselsin. Şimdi ülkemizde 2-3 tane olgunun altını çizeceğim. İşyerlerinde genellikle çalışma koşulları elverişsiz. Dolayısıyla işçiler gitgide yıpranıyor. Teknoloji hızla gelişiyor, dolayısıyla yaşlanan değil, daha genç ve eğitimli işçiler tercih ediliyor, işyerlerinden toplu işten çıkarmalar sonrası yaşlı işçilerin durumu ne olabilir? 58’e varmayan, ama diyelim ki 58’e yaşına 8 sene kalan işçilerin durumu ne olacaktır. 58 yaşına varmadan işsiz kalan ve 50 yaşında olduğu için de iş bulmada güçlüğü olan kişiler ne olacaktır.
Dolasıyla emeklilik yaşının yükseltilmesinin tamamlayıcı parçası olan politikalar var mı?
ŞÜKRÜ KARAMAN (Anadolu Ajansı)- Efendim, çok gündemde olan bir konu var; tabiî kamuoyu da bunu merakla bekliyor: SSK’dan emekli olma yaşının yükseltilmesiyle ilgili çalışmalar var. Bu, şu anda hangi aşamada? Bu konuda bilgi verebilir misiniz? Çeşitli spekülasyonlar var bu konuda, sizden bu konuda bilgi istiyoruz efendim.
ÇAĞLA MAYDA (SBF Çalışma Ekonomisi Son Sınıf Öğrencisi)-
Genelde konuşmacılar ve sayın Genel Müdür de dahil olmak üzere, sağlık yardımların çok yüksek miktarda maliyete sebep olduğu belirtildi. Fakat son birkaç dönemdir, özellikle SSK’da tedavi edilemeyen olduğunu düşündüğüm bazı hastalar ve bunların içinde milletvekilleri de dahil olmak üzere özel hastanelerde muayene ve tedavi ediliyorlar. Özel hastanelerin maliyetinin çok yüksek olduğunu biliyoruz. Bu olaylar da son birkaç yılda geliştiğine göre bence sadece geçmişteki politikalara bunu yüklememek gerekiyor sanıyorum. Çünkü sondönemlerde bu çok hatalı bir uygulama. Çünkü, özel hastanelerin bugün yapıp da diğer üniversite hastanelerinin yapamadığı çok az şey var sanıyorum.
Teşekkür ederim.
KEMAL KILIÇDAROĞLU – Şimdi efendim, önce izin verirseniz, bu sağlık konusunda bir iki noktaya değineyim. Gerçi Ömer bey bazı konulara değindi, ama.
Sağlık deyince, gerçekten maliyeti süratle artan bir olaydır. , Hekim arkadaşlarımız genelde insan sağlığını ilk planda tuttukları için maliyet kavramı üzerinde pek fazla durmazlar. Çünkü zaten onları da ilgilendirmiyor maliyet kavramı, onlar için ilk planda çözülmesi gereken sorun, insanı sağlığına kavuşturmaktır. Ama hekimin beraber çalışacağı ya da ona destek vereceği diğer aygıtların sağlanması, tamamen yönetimin elinde olan bir olay.
Baktığınız zaman, ilaç fiyatları sürekli artıyor. İkincisi, hekimlik alanına hiç tahmin etmediğiniz pahalı cihazlar giriyor, bir manyetik rezonans gibi, bir bilgisayarlı tomografi gibi veya hiç düşünmediğiniz yeni yeni tıbbî aygıtlar, yeni yeni enstrümanlar bu alana giriyor. Bakın, dikkat edin, hiçbir reklamda bunların fiyatı yer almaz ve bunlar dünyada monopol durumunda hatta oligopol, hatta 5-6 büyük firmadır ve bu firmalar bütün dünyaya sipariş üzerine üretim yaparlar. Bunlarda seri üretim de yoktur ve siz, böyle bir ortamda ucuz sağlık hizmeti, yani pahalı olmayan sağlık hizmeti vermeye çalışıyorsunuz; mümkün değil. Çünkü sigortalı da sonuçta geliyor hekim, diyor ki ’’önce gideceksin, manyetik rezonansta bir film çektireceksin” -herhalde film deniliyor, bilmiyorum tıbbî anlamını- sonuçta onun bedelini SSK ödeyecek veya bilgisayarlı tomografiye gönderecek ve SSK bedelini ödeyecek veya yurt dışından bazı sigortalılarımız için ilaç da ithal ediyoruz. Örneğin 16 yaşındaki bir sigortalımızın çocuğu için 750 milyon liralık ilaç getirttik yurt dışından, onun tedavisi için gerekiyordu ve getirdik; ama bütün bunlara baktığınız zaman sonuçta, bir maliyet çıkıyor önünüze ver bu maliyet, sonuçta sizin yapabileceğiniz harcamalarla sınırlı. Yani topladığınız parayla sınırlı.
Bir diğer konu, bir anımı anlatayım, daha doğrusu SSK’nın kaynaklarıyla ilgili olarak. Genel Müdürlük görevine başladığım ilk aylarda Bağ-Kur’dan SSK Genel Müdürlüğüne geçmiştim. Bağ-Kur’un rakamları daha mütevazı, SSK’da tabiî trilyonlar var. Fakat hepsi vadesiz hesaplarda duruyor ve beni ürkütmüştü bu, niçin vadesiz hesaplarda duruyor demiştim. O zaman arkadaşlara, muhasebeden, malî işlerden sorumlu arkadaşlara dedim ki, “Bunları repo yapalım bankada ay sonuna kadar, hiç değilse bunu değerlendirmiş oluruz”
Arkadaşın ilk tepkisi şu olmuştu, “Biz repo yaparsak bankalar bize kızarlar” Ben şunu söyledim, “Bu para, bizim paramız, yani banka niye bize kızsın? Biz, paramızı repo yaparız ve yapmak zorundalar. Bankalar Yasası da böyle diyor” dedim. Ama talimat verildi bütün bankalar repo yapılması için hiçbir banka yapmadı. Yani fiilen bir imkânsızlıkla karşılaşıyorsunuz.
Onun üzerine gidip Şekerbank Genel Müdürünü ziyaret ettim, dedim “Size para yatırırsak repo yapar mısınız?” “Tabiî“ dediler, biz de bankalara talimat verdik, “saat 11.00’ kadar biriken parayı repo yaptınız yaptınız, yapmadıysanız Şekerbankın filan hesabına aktarın” dedik. Ondan sonra ağır ağır sistemde repo yapılmaya ve bankalar da buna alışmaya başladılar. Şimdi hiç paramızın olmamasına rağmen bizim repo gelirlerimiz yılda 1 trilyon liranın üzerindedir. Yani eskiden bu para, tamamen sistemin dışındaydı ve banka sisteminde kalıyordu.
Şimdi müfettiş arkadaşımın sorduğu, “istatistikler sağlıklı değil, özellikle geleceğe yönelik kararlar alınırken bunların daha sağlıklı üretilmesi lazım” konusunda diyebilirim ki, bizim zaten en çok sıkıntı çektiğimiz unsurların başında istatistik gelmektedir. İstatistikçi istihdam edemiyoruz. Aslında her hastanede değil, sigorta müdürlüklerin de bunların olması lazım, sağlıklı bilgilerin üretilmesi lazım. Ama bugünkü sistem içerisinde bırakın istatistikçi almayı, koruma dahi alamıyoruz. Yani çözüm bilinmekle beraber o çözüme ulaşabilecek yollar bizim açımızdan tıkalı, maalesef gidemiyoruz.
Artı, bizim en büyük sorunlarımızdan birisi, bilgisayar sistemimizde yatıyor. O sistemin de mutlaka iyileştirilmesi lazım. Bizim TUSAŞ Havacılık Şirketine yaptırdığımız bir araştırmaya göre 2000 yılına kadar sadece bilgisayar alanına 40 milyon dolarlık yatırım yapmamız gerekiyor.
Değerli arkadaşlarım, tabiî bu rakamı çok büyük görebilirsiniz ve diyebilirsiniz, SSK, bilgisayara niye bu kadar büyük yatırım yapıyor, başka işi gücü mü yok. Şimdi SSK, daha doğrusu sosyal sigorta kuruluşlarının temel bir özelliği var: Sosyal sigorta kuruluşları, aynı zamanda birer arşiv kuruluşudur. Siz, bir sigortalıyı ortalama 80 yıl izlemek zorundasınız. Vergi dairelerinde 5 yıldır, 5 yıl sonra o dosyaları SEKA’ya gönderebilirsiniz; ama siz, 80 yıl bir kişiyi, sigortalı olduğu tarihten itibaren, ölümüne kadar, öldükten sonra da onun hak sahiplerine maaş ödüyorsunuz, onları da bilgisayar ortamında izliyorsunuz. Eğer kızı evlenmemişse, onun da ölümüne kadar, o kişinin dosyasını tutmak zorundasınız. Böylesine bir bilgi birikimini, bilgisayar sistemi dışında tutmanız mümkün değil. Yani manuel olarak korumanız mümkün değil.
Bunun için büyük yatırım gerekiyor, ama o yatırımlarımız maalesef belki zaman içerisinde çözülebilecek; eğer tasarruf genelgelerini aşabilirsek.
Sayın Fişek hocamın emeklilik yaşıyla ilgili olarak sorduğu bir soru var. Gerçekten çok güzel bir soru. Soru: Yaşı 50 olan bir kişi, 58 yaşında emekli olursa 8 yıl ne yapacak? Çünkü emekli maaşı bağlanması için 8 yılını doldurması lazım. 50 yaşındaki kişiyi de kimse istihdam etmez; genç işçiler varken.
Şimdi batıya baktığımız zaman, sosyal sigorta sistemi tek başına bir sistem değil. Sosyal güvenlik sistemi içerisinde sigorta var. Bu sigortayı tamamlayan en büyük unsurlardan birisi, işsizlik sigortası, artı iş güvencesi var. Bunları bir araya getirdiğiniz zaman, sistemde kendi içinde bir tutarlılık çıkıyor ortaya. Yani kişi, işsiz kaldığı zaman işsizlik sigortasından da pay alabiliyor ve karşılıksız yardımlar var, özellikle yaşlı ve ileri yaşlarda olanlara. Geçinemeyenlere, genç dahi olsalar, çocukları olduğu zaman çocuklarına karşılıksız ödemeler de yapılabiliyor; batıda bu çok yaygın. Ancak hemen söyleyeyim, batı da vermiş olduğu bu rakamları azar azar geri almaya başladı.
Ancak şu var, Türkiye’de işsizlik sigortası olduğu zaman kaçak işçiliğin bu kadar yaygın olacağını ben şahsen düşünmüyorum. Yani kişi, işvereni mutlaka zorlayacaktır kendisini sigortalı yapması için. Çünkü o takdirde sigortalı olup işten ayrıldığı zaman işsizlik sigortasından maaş alma imkânına kavuşmuş olabilecektir.
Emeklilik yaşı konusunda çalışmalar yaptığımızı ve bu konuda bilgi vermemizi istedi Sayın Karaman. Emeklilik yaşı konusunda çok seçenekler var; belki 60-70 seçenek var. Yani bu seçeneklerden hangisi siyasal iktidar tarafından kabul edilir bilmiyorum. Özellikle emeklilik yaşının şu veya bu olmasından çok geçiş süreci büyük önem taşıyor. Çünkü saptanacak olan emeklilik yaşı, 30 veya 40 yıl sonra yürürlüğe girecek olan bir yaştır. Geçiş süreci ne olacaktır, yani mevcut sistem içerisinde olanlar, örneğin emekliliğine 1 yıl kalan veya 5 yıl, 3 yıl kalan kişiler, bu sistemde yeni bir yasa çıktığında nasıl emekli olabilecektir? Bu, tabiî bir toplumsal uzlaşmaya, tarafların bir araya gelerek uzlaşmalarına veya politik olarak siyasal partilerin uzlaşmalarına büyük ölçüde bağlı. Bu seçeneklerden hangisi kabul edilir bilemiyorum. O açıdan, Sayın Karaman beni bağışlasınlar, daha ayrıntılı bir açıklama yapamayacağım.
Çağla hanımın söylediği, sayın parlamenterlerimiz, özellikle son yıllarda özel hastanelere gidiyorlar. Oysa sigortalılar, sigorta hastanelerine gidiyorlar dediler. Öbür hastanelere, özel hastanelere kaynak transferi açısından ifade ettiniz bunu.
Tabiî, özel hastanelere arzu eden gidebilir, parası olan gidebilir; o konuda sınırlama getirme şansımız da yoktur, yetkimiz de yoktur zaten. Ancak, özel hastanelerle bizim de anlaşmamız var. Biz, yalnız şöyle bir uygulama başlattık 1993’ten sonra galiba ilk başlattığımız uygulama ve Türkiye’de ilk uygulamaydı bu. Biz, paket anlaşma uygulaması başlattık. Nedeni de şuydu:
Özellikle üniversite hastanelerine hasta sevk ettiğimiz zaman örneğin bir by-pass ameliyatında (A) hastanesinin kestiği fatura 110 milyon, aynı hastalık için (S) üniversitesinin kestiği fatura 300 milyon. Oysa hastalık aynı, yatış süresi aynı, hastalar değişik, ama yapılan işlem aynı. Şimdi bu tabiî büyük ölçüde sorun yaratıyordu bizimle devlet ve üniversite hastaneleri arasında ve özel hastaneler arasında. Biz, kendi arkadaşlarımızla oturup bir maliyet çıkardık, o maliyeti birkaç yere çek ettirdik, üniversite ve devlet hastanelerine çek ettirdik, üzerine yüzde 25 bir kârlılık marjı koyduk ve paket anlaşma yapalım dedik. Fiyatımızı ilan ettik, dedik, bu fiyattan kim kabul ederse, SSK olarak biz hastamızı gönderebiliriz size. Öncelikle bu uygulamaya. İlk ortaya koyduğumuz yılda özel ve üniversite hastaneleri birleşerek kabul etmediklerini ifade ettiler, çünkü rakam çok düşük dediler. Biz de onun üzerine şöyle bir karar aldık, dedik ki, madem kabul etmiyorsunuz, o zaman biz niye özel hastanelere gönderelim ki, tamamını devlet hastanelerine gönderelim, üniversite hastanelerine gönderelim. Parayı vereceksek, oraya verelim dedik. Uygulamayı bu şekliyle başlattıktan yaklaşık 1 ay sonra özel hastaneler geldiler ve bizim paket anlaşmayı kabul ettiler. Ondan sonra biz üniversite hastanelerine göndermemeye başladık hastalarımızı. Dedik ki, “Bizim paket anlaşmamızı kabul etmezseniz, size hasta göndermeyiz” Hatta bir rektörümüzün başkanlığında 7-8 dekan bir araya gelerek bir basın toplantısı yaptılar, SSK’yı suçladılar, özel sektöre kaynak aktarıyor diye.
Biz, dinlemedik tabiî, kendilerine açıkça söyledik, “bizim fiyatımız bu. Bu fiyatı kabul ediyorsanız, gelin, sizinle anlaşma yapalım” dedik. Bir süre sonra onlar da geldiler, onlarla da anlaşma yaptık, böylece paket anlaşmayı da Türkiye’de kabul ettirdik. Şu anda yaklaşık altı ayda bir -özellikle bazı girdiler dövize bağlı olduğu için- tekrar bir araya geliyoruz, kurum içinde bir araya geliyoruz, yeni bir fiyat belirliyoruz ve fiyatımızı deklere ediyoruz. Kabul edenlerle anlaşma yapıyoruz, kabul etmeyenlerle yapmıyoruz.
Bu arada sadece kalp damar cerrahisi dalında değil, diğer alanlarda da paket anlaşma uygulamalarını yaptık, ama Ankara ve İstanbul’da bazı hastaneler kabul etmediler, ama Anadolu’daki bazı hastaneler kabul ettiler, uygulamamız o alanda devam ediyor. Yani kaynak transferini sorumsuzca yapmıyoruz, yine bir kaynak veriyoruz, ama kaynak transferini kendi ölçüsü içerisinde aktarıyoruz.
Bizim bu uygulamamız daha sonra diğer kamu kuruluşları tarafından da örnek alındı. Bizim anlaşmamıza paralel olarak bizim fiyatlarımız bazında onlar da anlaşma yapmaya başladılar.
Özet olarak benim sunacaklarım bunlardır.
BAŞKAN- Efendim, toplantının başlangıcında konferanslar dizisinin bu sezona ait olan bölümüne yetkin bir yetkili olarak Sayın Genel Müdürün konferansıyla çok önemli ve anlamlı bir nokta koyacağımızı söylemiştim; bunu koymuş bulunuyoruz. Sizin sorularınızla, katkılarınızla bu daha da zenginleşti. Zannediyorum, oturumu bitirmenin de zamanı geldi. Sizi daha fazla tutmamak için toplantıyı, oturumu burada bitiriyorum ve Sayın Genel Müdüre ve sizlere teşekkür ediyorum.
Sağ olun, var olun. (Alkışlar)